20.06.2008

Karıma Hikâyeler : "Tanrıların Tarihi"

Karıma Hikâyeler

Karıcığım,

Var ettiysen de sen

Birlikte kocanla,

Rahminde o kutsal ürünü,

Taşıdıysan karnında aşk meyvesini,

Bir başka yere değil de

“Dünya’ya getirdiysen” dokuzuncu ayında onu,

Üzülerek söyleyeceğim,

Yine de bir tanrıça sayamam

Konumuzun bu yönüyle seni,

Karıcığım madem sordun, anlatacağım,

En eski “yaratılış”lardan birisini:

Eski tanrılar,

Sıkılmışlardı hep kendi aralarında olmaktan,

Sığırlarını kendileri güdüyor,

Yiyeceklerini hazırlıyorlardı bizzat kendileri,

Harmanı kendileri yapıyor,

Ağılı elleriyle temizliyorlardı.

Tanrı dediğin böyle mi olmalıydı?

Oturdular bir gün gök kubbeye,

Kâbe gibi bir tapınaktı orası,

Şanlı bir meclis kurdular meydanına,

Sedirlere kuruldular, önlerinde masaları,

Neşeyle doluyordu yürekleri ilahilerde,

Tanrılar ve tanrıçaların

Boşalmayan kadehleri dudaklarındaydı biteviye,

Neşeli söylevlerde geçiyorlardı kendilerinden,

Bir tanrı söz alıyordu kurulup kürsüsünde,

Devam ediyordu analarımızdan bir tanrıça sonra,

Ağıldaki hayvanları konuşuyorlardı

Coşkuyla tıpkı bir çoban gibi,

Tarladaki tahıllara dolu vurgununu anlatıyordu bir diğeri

Üzgünce tıpkı bir çiftçi gibi,

Laf lafı, konu da konuyu, açıyordu

Bir baba nasıl düşünürse evinin durumu,

Bir ana kaygılanırsa nasıl yiyeceğinden evin,

Öylesine gerçek konuları çözüyorlardı,

Verip inceden kafa kafaya.

Düşünüp taşındılar bulmak için

Her konuda en doğrusunu,

Sonunda bir karar aldılar:

“Hizmet etsinler” diye kendilerine,

İnsan’ı yaratacaklardı.

Tanrı da olsalar onlar,

Yine de kararlarının gerekçelerinde

Bir gariplik vardı:

Tanrıların hizmetçiye neden ihtiyaçları vardı?

Tanrılar, tanrıçalar yemekleri için,

İçecekleri için,

Dönüp dolaşıp,

Şu basit yaratığa,

Elleriyle topraktan yaratacakları

İnsanoğlu’na başvuracaklardı.

“Kul” olsun dediklerine,

“İnsanoğlu”na bağlanacaklardı böylece,

Hiç olmazsa yemekte,

Sürahilere doldurulacak kan gibi şarapta,

Tatlı pekmezde, arı sularda,

Birbirinden hoş içki ve mezelerde

Düşmüşlerdi kaderlerinde artık

Gaddar, hain ve haris İnsanoğlu’nun eline

“Tanrı düşürmesin” diyeceklerdi sonra

Kendi kaderlerine ağlayarak

İki gözleriyle kendileri,

“Biz tanrılar düşürdük,

Kendimizi İnsan’ın eline”

Diyeceklerdi sızlayarak içleri

“Kendi suretlerinde” yaratmışlardı o Âdem’i,

Tam bir nankör topraktandı o,

Gözü açılmadan daha,

Dalında salınan o güzelim ürünü,

Tanrıların yasakladığı meyveyi

Özellikle koparıp tıkınacaktı.

Haksızlık etmek hiç hoş değil,

İster o bir yırtıcı kuş olsun,

İster bal yapan arı,

İsterse toprağın adamı bir çiftçi,

Hakkaniyetli bir hâkim, alacakken bir karar,

Bunalır bazan, istemez yok yere günah almayı

Hep taşıdığımız sırtımızdaki örgü küfeye

Belki de “Yasak ürünü” yiyen Âdem değildi,

Kaburgasından yaratılmış Havva düzenbazıydı

Tanrıların kesin yasağına asi,

Tanrı kararını hiçe sayan.

Onurlu bir hâkim gibi davranacaksa insan,

Düşünmeli içtenlikle, incelemeli olayları,

O güzelim meyveyi dalından koparan,

Belki Havva anamız da değildi,

Karşı gelerek tanrılara doğrudan,

Yılan’dı Havva’nın kafasına bu zehiri sokan

Kışkırtan o ikisini beyinlerinde

Tanrılara meydan okutan!

Düşünsene, ne kötü olmuş olmalı,

Yaratıcı tanrıların durumu,

“Kul”- hizmetçi olsun kendilerine diye yarattıkları

Daha gözleri bile açılmamışken

Açmışlardı uzaklardan görünen isyan bayraklarını

Tanrılar, ne nefislerine güç yetirebilmişlerdi onların,

Ne de beyinlerine,

Elleriyle bizzat yarattıklarına

Yetmemişti güçleri tanrıların,

İnsan’ın beynine ve nefsine,

“Gök”ü yaratmaya,

“Yer”i yaratmaya,

İnsan’ı yaratmaya yetmişken güçleri

Şu basit yılan, ejderha,

Yılanlar yılanı Şahmeran,

Tanrılardan önceki tanrılardan biri olsa gerek

Yaratılmamışken daha İnsan,

Daha güçlüydü Adam’ı yaratan tanrılardan,

İnsan’ın beyninde oydu hâkim olan

Bu yüzdendir belki,

Hala nakışlarda kanaviçelere örer Şahmeranı

Alevi kızlar, yörükler,

İnce tığların izlerinde

“akıl”ın ve “nefis”in imzası diye,

Çeyiz yastıklarının dantellerini süsler

Şu basit yılan

Şu baştan çıkarıcı,

Akıl verici Şahmeran

"Gözleri bile açık değil"ken

Âdem ile Havva’nın,

Tanrılar meclisi kararıyla yaratılmışlardı onlar,

Çekip alıvermişse avuçlarının içine Şahmeran,

Tanrıların yarattıklarının beyinlerini daha ilk gün,

Bu işte bir iş olmalı sevgili karıcığım,

Kolay değil,

Şu yerde sürünüp toprak yalayan,

Şu kahrolası yılan,

Yılanlar yılanı Şahmeran,

Korkusuz bir isyankârdı,

Koskoca tanrılara karşı,

“Yer”i ve “Gök”ü yaratan,

Dönüp Arz’a Kubbe’de toplanan,

Ve hizmet etsin diye kendilerine

Bir Âdem yaratan…

Karıcığım çok haklısın,

Bu hikâyede gariplikler bir değil,

İki değil, farkındayım senin kadar,

Tanrılar sadece Havva’yla Âdem’e değil,

Diş geçirememiş olmalıydılar,

İsyankâr Şahmerana bile!

Böylesine güçsüz müydü tanrılar?

Karıcığım, haklısın Yer’den Göğ’e kadar,

Hikâyede gariplik üç değil, dört değil,

Farkındayım senin kadar,

Sadece Âdem, Havva ve Şahmeran’a

Söz geçirememiş olmaları da değil,

Tanrılara bu utancı yaşatan olaylar

Bahçede salınıp gezerken tanrı,

Sabah veya öğleden sonra

Nefes almak için dolaşır ya insan,

Kalmışsa küçük bir ormanda,

Hani şu cennet bahçesi,

Tanrılar tarafından kurulmuş olan,

Bitkiler ekili olan türlü türlü, bahçe,

Güneş daha çıkmamışken

Isıtmamışken serinliği,

Sabah makamında okunurken ezan,

Geziniyordu orada tanrı,

Sanki sormasa bulamazmış gibi yerini onun,

"Âdem, ey halifem, neredesin?”

Diye seslenmişti ona!

Neden görememiş de yerini küçücük bahçede

Sesli sesli çağırmıştı,

“Hu, Âdem, sana sesleniyorum,

Neredesin, söyle bana yerini” diye,

Susamış ve yorulmuş bir çiftçi,

Gelip de o sürsün artık sabanı diye

Nasıl seslenirse oğluna,

İçten ve emredercesine

Görmeden görünmezi gören,

Duymadan duyulmazı bilen

Bir tanrıya benzemiyordu o.

İşitince sesini cennet bahçesinde

Heybetli olması gereken bu tanrının,

Görüp saklanıvermişti bir çalı dibine,

“Gözleri kapalı” Âdem,

Kapalı gözle bir adam,

Görüp de seçebilirse eğer bir korku anında,

Türlü türlü bitkilerden cennet’te

Gizlenecek dibini bir çalı ağacının,

Âdem bile olsa,

Hani tanrıların yarattığı ilk İnsan,

Gözü kapalıyken,

Tanrıyı değil de,

Önce Yılan’ı,

Yılanların yılanı şahmeranı dinleyen,

Nasıl bulabilir görmeyen gözlerle bir çalı dibini

"Sakın yeme" denilen ağacın meyvesini.

Karıcığım, demek ki

Hikâyemizdeki “görmeyen göz”,

Görmeyen göz değildi,

Giderken neşeyle bir tavşan,

Eğlenerek arasında,

İn-cin top atarken yeşilliklerin,

Ya da çorak bir dağ yamacında,

Saptanırsa gökyüzünde uzak,

Sakin kanatlarında uçarken

Bir atmaca tarafından,

Sanki birkaç metrede uzakmış gibi tavşandan,

“Kapalı”yken gözleri

Görüyorlardı Havva ve Âdem,

Sanki bir atmacanın keskin gözüydü onlardaki

Hem ağacı ve hem de meyvesini,

Anlatıcı atalarımız da sanıyordu ki,

“Açılmamıştı daha gözleri”

Cahil de olsalar henüz,

Gözü açık, cin gibi değillerse de o sıra,

Bilgelik mertebesine ulaşmamış da olsalar daha,

Bir Bektaşi ayininde geçiş töreninde olduğu gibi,

Babamız sayılan Âdem,

Babamızı aldatan ve anamız sayılan Havva

Henüz cahil, cühela takımından da sayılsalar,

Burnu büyük tanrılar tarafından,

Görüyordu cıvıl cıvıl gözleri,

Atmaca nasıl görürse gökyüzünden

Uzakta çayırlardaki veya yamaçtaki tavşanı.

Söylenenlere bakılırsa

Anamız sayılan Havva,

Çok daha cevval olmalıydı Âdem’den

Şahmeran, şu yılan,

Yılanların şahı,

Atmıştı onun beynine kancayı önce.

Şahmeran, hani şu asi yılan

Kuran'da kovulmuş İblis olacak olan Şeytan,

Yılanlar yılanı Şahmeran,

“Bakmayın siz tanrılara…” demişti sakince,

“Yiyin ağacın meyvesinden!”

“Tanrı gibi olursunuz,

Daha üstünü hatta

Girse kutsal dişlerinizin arasına,

Kaynayan kazanda bir et parçası”

Gözü daha açılmamışken Havva'nın

Bir bakışta görmüştü bu “ağaç”ı,

Görmüştü onun “ürünü”nü,

Yenilmesi baldan daha tatlı,

Yenilmesi “bilgelik kazandıran ağacı”

Fakat “ağaç” ağaç değildi,

Ürün de ağacın meyvesi,

Unutma karıcığım,

Senin rahminde şekillenen çocuk da,

Aşkımızın meyvesi,

Senin rahminin ürünü.

Cennetin kenarında

Çınlıyordu Şahmeranın çığlığı:

“Tanrı gibi olacaksınız,

Tanrı olacaksınız düpedüz,

Hatta daha üstünü,

Tadın onun meyvesini!"

Bakınca ona Havva,

Derhal görmüş anlamıştı

“Bilgelik kazandıracak ağacı,

Bilgelik ürününü”

Demek ki karıcığım,

O ağaç ve o ağacın ürünü,

Tanrı yapıyordu düpedüz,

Kuru bir gövde olan

Âdem gibi ilk İnsan’ı,

Tadınca onlar ondan

Açılıyordu gözleri,

Bilgeler bilgesi oluyorlardı

Gözü açık uyanık,

Lafları ağzından sırayla çıkaran,

Göz açıp kapayana kadar geçen sürede

Bilge bir tanrı oluveriyordu ondan yiyen hemen

Gözü kapalı Âdem,

Kaba saba cahil bir çiftçi iken,

Açılınca gözleri bilgeliğe

Geçiyordu başımıza bir tanrı olarak

Anlamaya çalış karıcığım,

Zaten tanrıların tarihi

Bilgelerin tarihidir

Okunmamış daha

Gök’lerde yazılan

Fakat sanma ki zordur öğrenmesi,

Açılsa bir gözlerimiz,

Babamız sayılan Âdem gibi,

Anamız sayılan Havva gibi,

Cümle yazmak sayılır

Üçüncü sınıf öğrencisine

Tanrıların tarihi

****

Karıma Hikâyeler : "Tanrıların Tarihi"-1
Karıma Hikâyeler : "Tanrıların Tarihi"-2

8.06.2008

"Kötü, Çirkin ve Yanlış"-2

Şerif Mardin’in mantıksal düzeni

Adını tam vermese de, özünde “Laik Cumhuriyet” ile “İslam Şeriatı” arasındaki karşılaştırmada Ş. Mardin’in mantıksal dizgesi de oldukça basite benziyor. Her tarihsel devirde toplumsal bilinçte yeniden içerik biçimlenişine uğrayan “İyi, güzel ve doğru”ları, tarihsel, toplumsal, ekonomik ve ahlaki anlam sürecinden kopararak tanımlamaya kalkışan sosyoloji okullarından öğrendiği kategorilere dayanan Şerif Mardin, bu noktaya o kadar nihilist, o kadar tarihsellikten uzak yaklaşıyor ki, en sonunda işi, “Laik Cumhuriyet”le özdeşleşmiş olan öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel yoktu” iddiasına kadar vardırıyor:

“öğretmende de iyi, doğru ve güzelin olmaması….”…

“Cumhuriyet’te iyi, doğru ve güzel hakkında çok derine giden bir düşünce yok.”


Şerif Mardin, sunmaya çalıştığı böyle bir tabloda kurduğu “tahtaravalli”nin “Laik Cumhuriyet” kefesini ne kadar “hafif” ve “yok” hükmünde göstermeye çalışa da, anlaşılıyor ki, yine de “akademik günahları” ve akademik olması gerekmeyen en basit gerçekler, onu, istediği görüngüyü sunma tutumundan, alıkoyuyor. İster istemez, “Laik Cumhuriyet”in de, kendi bakımından uygun, anlamlı ve yığınları etrafında toparlayan “değer”lerinin var olduğunu, kabul etmek zorunda kalıyor.

Bütünüyle inkar ve yok sayamadığı hallerde ise, “…derine giden düşünce yok..”luğundan, bu değerlerin “kuru”luğundan bahsederek, tanıtım fotoğrafındaki “var-yok” ikileminin temelsizliğini gizlemeye gayret etse de, yine de sonuçta kabullenmek zorunda kalıyor.Çünkü “Laik Cumhuriyet”in de, derin veya yüzeysel olsun, kendine ait “iyi, güzel, doğru”ları vardı!


Onun sunduğu fotoğraftaki “tahtaravalli”nin iki yanı var: “Laik Cumhuriyet” ve “İslam”… Fakat bizzat böyle bir “denge” ağacında, bir yanı sadece “yok”luğun oluşturduğunu düşünmek kadar saçmalık ve anlamsızlık olabilir mi? O durumda bir "karşılaştırma" ve "terazi"ye ne gerek var? Eğer “uluslaşma” sürecindeki toplumumuzda, “laik Cumhuriyet” değerleri de, “iyi, güzel ve doğru”ya sahip olmasa idi, 7 asırlık Osmanlı düzeni nasıl olur da, toplum nezdinde “kötü, çirkin ve yanlış” değerler toplamı halini alır ve terazinin kefesindeki yeri “hafif”leyerek, yaşamın iktidar dışı yanına nasıl konulabilirdi?


Eğer toplum yaşamı, tarihsel süreçte biri ağırlaşınca, öteki hafifleyen “terazi”li bir denge üzerinden ilerliyorsa, Osmanlı İslami yönetimine karşı “Laik Cumhuriyet”in, “iyi, güzel ve doğru”sunun, hiç olmazsa “ulusal kurtuluş çağında”, 7 asırlık İslami Osmanlı’ya galebe çalacak kadar “ağır” olduğu gayet açıktır. Cumhuriyet’in erken dönemindeki “idealist tarihçi” ve “idealist laikler” de, tıpkı Şerif Mardin’in şimdi laik Cumhuriyet için söylediklerinin benzerini, Arap toplumunun imanı saydıkları İslam dini bakımından, hiç de aşağı kalmamak üzere, söylüyorlardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın şimdi kütüphane raflarında kalmış eski kitapları açılıp bakılırsa, “Laik Cumhuriyet”in Fransız devriminden etkilenmiş ve beslenmiş felsefi ve siyasi değerlerinin Türkiye topraklarına ekilmesi için ne büyük çabalar gösterilmiş ve bazan yalan-yanlış argümanlarla desteklenerek olsa da, düşünsel alanda epeyce çalışılmış olduğu kolayca görülür. Şerif Mardin gibilerinin, genç "Laik Cumhuriyet"in, binlerce yıllık derin köklere sahip din’e ve onun iktidarına karşı bu çabalarını unutturmaya çabalaması, toplumsal hafızayı yanıltmak bakımından belki anlamlı olsa da, bilimsel bakımdan tam bir çıkmazdır.

Çünkü böyle bir tutum, 200 yıl önce Maximilien de Robespierre’in dilinde büyük Fransız devriminin en temel “üçlü”sü olan “Liberté, Égalité, Fraternité” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik), yani Fransız devriminin formüle ettiği iyi, güzel, doğru”su, günümüz Fransa’sında,şimdi artık devlet dairelerinin giriş kapılarında, resmi damgalarda ve “Avrupa para”sının bir yüzünde kalmış soluk sloganlar haline geldi diye, bütün dünyayı ve o arada Osmanlı aydınlarını ve toplumunu derinden etkileyen Fransız devriminin “iyi, güzel ve doğrusu” yoktu veya “yeterince temelli” değildi demek gibidir bu…


Buradaki temel sorun, toplumların ahlaki, ekonomik ve-ya siyasi değerlerinin, içinde yaşanılan her farklı çağa göre biçimlendiğini kabul etmek ve kavramaktır. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” düsturları, ortaya çıktığı Fransız topraklarında, günümüzün “küresel sermaye çağı”nda şimdi böylesine değer kaybetti ise, bu, tek başına o kavramların kendilerinden ötürü değildir; o değerleri yaratan siyasi, ekonomik ve ahlaki ortamın temellerinin değişmesinden ötürüdür.


Skolastik tarzın egemen olduğu felsefe veya sosyoloji okulları, isterse içlerinden dünyanın o anki koşullarının en büyük beyinleri ortaya çıkarmış olsunlar, genel geçerli bir “iyi, güzel, doğru” tanımları yapmaya kalkıştıklarında, sadece boşluğa şekil çizmiş oluyorlardı. Kavramların, değerlerin ekonomik ve siyasi temelini var kabul etmeyen bir idealizm türü olarak onlar, dinsel alanda bile sabit içerikli bir “iyi, güzel, doğru” bulunmadığını gizleyemezler.


Binnaz Toprak’ta “cemaatten topluma geçiş” formülü


NTV tartışma programındaki konuşmasında Şerif Mardin’de ifrat düzeyini bulan ve “yok” göstermeye çalıştığı “Cumhuriyet’in iyi, güzel ve doğruları”nın varlığı o kadar açıktı ki, bir çok temel konuda Şerif Mardin’in fikirlerine destek veren Binnaz Toprak bile, ona itiraz etmek ihtiyacı duymuştu:


“Orada da bu iyi, doğru ve güzel kavramı, Şerif Bey’in bahsettiği hakikaten gerçekten önemli ama, Şerif Bey affınıza sığınarak orada tam da size katılmıyorum.

Yani Kemalizm iyi, doğru ve güzel tanımı yapmadı değil. Bunu eksik yapmış olabilir, çok derinlemesine yapmamış olabilir. Çünkü o Türkiye’nin de batılılaşmasıyla geçirdiği evrelerle ilgili bir şey.”


B. Toprak’ın, konuşma sıcağı içinde Şerif Mardin’e, çok öne çıkarmadan olsa da, bu şekilde karşı çıkması elbette yerindeydi. Ne var ki, akademik sunuşlar, öylesine düzenbazlık gösterileri halini almıştır ki, dikkatli olmayanlar, bu düzenbazlık sınırları içine,farkında olmadan da dahil olabiliyorlar bazan.. Binnaz Toprak da, Şerif Mardin’in illüzyonizmine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor ve “cemaat- ulus” bağlamındaki kesin yapısal ayrımı vurgulamak ve bu tanımlamalar ile ifade edilen “insan ilişkileri”nin farklı özelliklerine dikkat çekmek yerine, “cemaat”i ve “ulus”u, aynı ortak kategorinin anlamı halindeki bir “toplum” olarak sunmaya açık konuşmalar yapıyor. Bu nedenle onun konuşmasında asıl dikkat edilecek nokta, “topluluk” yapılarının ve verili topluluğu oluşturan bireylerin aidiyet bağlarının farklı özelliği olacaktır.

Oysa Binnaz Toprak, konuşmasının “cemaat ve-ya toplum” ilişkisi bağıntısında, bizzat kendisinin bu noktada son derece kafa bulanıklığı içinde olduğunu yansıtan sözler ederek şöyle diyor:

“Şimdi cemaat baskısı denince, cemaatten ne anlıyoruz, ben de birazcık geriye giderek onu irdelemek istiyorum. Çünkü gerçekten de sosyal bilimlerde cemaat kavramı ve bunun karşısında eskiden cemiyet denilen, bugün toplum diyebileceğimiz bu ikilem çok tartışılmış bir ikilemdir.


Bir anlamda da benim anlayışıma göre de bu oldukça premodern bir yapı. Ve aslında, yani bütün bu son 200 yıldır diyelim, insanlık tarihindeki modernite mücadelesine baktığınızda, bunu böyle okumak da mümkün. Yani cemaatten topluma geçiş
mücadelesi diye okumak da mümkün. Şimdi öbür tarafta o cemiyet dediğimiz şey bu... Bu ayırımı geri götürebiliriz.”


Bu yaklaşımda “cemaatten topluma geçiş” gibi bir kavramı “sosyoloji”de bir yere oturtmak, içerikleri ayrıştırılmadığı sürece mümkün ve anlamlı değildir. Çünkü bu ifade tarzı, “cemaat”i bir “toplum” biçimi olarak görmediği gibi, modernite “toplum”unu da “ulus” anlamıyla etnik kökene bağlanmış farklı bir kategori olarak vurgulamayarak, “dinsel birlik halindeki ümmet”le eşitleyen bir yan taşıyarak ele almak, sadece kafa karışıklığı yaratmaktadır.


Doğal olarak insan, topluluk halinde olması bakımından, bütün tarihte bir “toplum”sal özellik taşıyordu. Fakat bu verili “toplum”un, her dönemde ona özellik kazandıran farklı temel eksenleri vardı ve bu yüzden de ancak, “köleci toplum”, “dini toplum”, “kapitalist toplum” gibi "farklı toplum"lar olarak var olabilirdi. Feodal özelliklerin egemen olduğu “toplum”da Padişahlık, Kırallık, Derebeylik tarzı “devlet” biçimi egemen iken, “kapitalizm”in şafağında, etnik temelde birlikler sağlanmaya çalışılarak “ulus toplum”lar gündeme girmeye ve oluşmaya başladılar. Farklı din ve farklı derebeylik topraklarındaki insanlar “ulusal” aidiyet bağlarını güçlendirerek “Cumhuriyet” tarzı devlet örgütlenmesine doğru evrim gösterdiler. “Ulus” bağı, etnik köken, dil birliği, sınır birliği, “tek”leşme eğilimini hızlandırır. “Laik”lik, farklı dinlerden oluşan “toplum”un “tek”leşmesinin de bir ifadesi olarak önem kazanır. Örneğin Türkiye’de o sıralarda “Türk”lük vurgusu, “dinsel birlik” olarak Osmanlı “tebaa”lığına karşı öne çıkıyordu. “ Güneş dil teorisi”, “herkesin Türklükten gelmesi” gibi tezlerin o dönemlerde gelişmesi, nedensiz değildi.


Osmanlı dönemi “toplum”u için de kullanılan “millet” tabirinin, giderek yeni Cumhuriyetin “ulus” (millet) tanımı ile içerik bakımından yer değiştirmesini, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda, adeta adım adım, gün gün izlemek olanaklıdır. Bu anlamda “millet”-cemiyet, toplum kavramı, Osmanlı döneminde bütün Ümmet’in, Cemaatin,Tebaa’nın bir tanım türü iken, yeni Cumhuriyet, ona tamamen yeni bir içerik kazandırıyordu.

Almanya’da, İtalya ve Japonya’da faşizm, bir bakıma, bu yeni “ulus” topluluğun, gidebildiği en uç noktalardan birisi olarak şekillenmişti. Dünyadaki diğer “ulus”ları da etkilemişti.


Dolayısıyla, Binnaz Toprak’ın “Cemaat” karşılığında da kullandığı bu “topluluk”, artık yeni bir temelde, insanlar arasında “etnik bağ”ı öne çıkaran “ulus toplum”u olmalıydı ve kavramların bu belirginlikte kullanımı, onlara anlam kazandıran farklı öğelerin altını çizmek bakımından da gerekli olmaktadır.


Günümüzde ise, sermayenin “ulus” karakterini kaybetmesi, para’nın evrenselleşmesi, “ulus devlet”lerin giderek gevşemesi ve erimesi ile neticeleniyor. “Etnik köken”, evrensel ölçekte artık yeni birleştiren ortak unsur olarak Din’ler karşısında, daha az önemli hale geliyor. Bu Türkiye’de de böyle yaşanmaktadır ve hem de bu süreç son derece hızlı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bu durumda Din’sel eksende toparlanmış, dini bir topluluk olma yönündeki gelişmeyi, arkasındaki genel iktisadi ilişkilerle birlikte kavramak gereklidir. Güya “İslam’da olan iyi,güzel,doğru”lar ile değil!


“Ulus toplum” geçen dönemde etnik birliğe ne kadar önem veriyor ise, bugünkü “dinsel toplum” ise, “etnik farklara” o kadar töleranslı olacaktır. Fakat bu hiçbir şekilde, dinsel siyasal güçlerin modern normlara göre “demokrat” olmasından ötürü değildir. “Dinsel temeldeki birlik” talebi, evrensel ölçülere doğru geliştikçe, “etnik farklılık vurgusu”, böyle bir bütünleşme ve toparlanmanın engeli olarak rol oymayacağı için, onlar bakımından arzulanır da değildir. İslami AKP bakımından, “dini cemaat” olarak “Türk+Kürt İslami toplum” formulünün, özellikle Kürt’ler arasında, Barzani ve Talabani’ye kadar geniş bir destek bulması hiç tesadüf değildir ve günümüz dünyasında sağlam bir sosyolojik temele dayanmaktadır.


Bu nedenlerle, “ümmet birliği” anlamındaki “toplum” ile “etnik kökende ulus birliği” anlamındaki “toplum”, belki kavram olarak “toplum” tanımı ile anılabilirse de, sosyolojik çözümlerde, kavram içeriklerini ve konu ana başlıklarını yerli yerine oturtmak bakımından, pek yerinde olmayacaktır.

Binnaz Toprak’ın “ikilem” halinde de sunduğu “toplum”, bu bakımdan, dinsel cemaat ile ulus yapılanmasına denk düşerler ve bunlar, kendilerini oluşturan nedenlerin yanısıra, ortaya koydukları özellikler ve işleyiş tarzıyla da birbirlerine temelde ve ayrıntıda zıttırlar.


"İyi, Güzel ve Doğru" veya "Kötü, Çirkin ve Yanlış"

Medyada Şerif Mardin

3.06.2008

"İyi, Güzel ve Doğru" veya "Kötü, Çirkin ve Yanlış"

Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” tanımından sonra gündeme gelen “iyi, güzel, doğru” gibi tamamen soyut, göreceli, “ezeli”-“ebedi” felsefi ve-ya ahlaki kavramlar ve bu tür kategoriler merkezinde gerçekleşen R.Çakır yönetimindeki NTV tartışmasının konuşma metni yayınlandı.

NTV’deki bu konuşmaları değerlendiren-eleştiren yazılarda daha çok Kemalizm ile "iyi, güzel, doğru"nun bağları öne çıkarılmıştı; Şerif Mardin’e bu yöndeki eleştiriler de, bir bakıma, “Kemalizme haksız saldırı” anlamında serzeniş sınırlarında dolaşmıştır.

Şimdi “önemli sosyolog”lardan sayılan bu şahıs ve diğer katılımcıların konuşmalarına “bütünlüğü” içinde yaklaşma olanağını kullanabiliriz artık.

Bu "bütünlük", aslında Dünya ve Türkiye'de yeniden “din merkezli ümmet toplumu oluşumu” sürecine bağlıdır ve yaşanan bu süreç, ancak, küresel sermayenin kazanmakta olduğu özelliklerin yol açtığı toplumsal değişikliklerle birlikte anlam kazanabilir.


Dolayısıyla, insanbilime bağlı kalmak isteyen araştırıcı ve düşünürler, tahlillerini “arızi” olarak sadece Türkiye’deki dönüşümler ile, sadece İslam’da yaşanan farklılaşmalarla sınırlayamazlar; bunları, dünyanın şu anda yaşamakta olduğu ekonomik ve sosyal boyutlu kapsamlı sürecin temel özelliklerine ve yol açtığı sonuçlara bağlayarak analiz etmeye çalışırlar.

Uluslar arası sermaye”, kelimenin gerçek anlamında, “etnik-ulusal” karakterini bütünüyle yitirerek, belki de ilk kez bu yeni çağda, taşıdığı bu tanımlayıcı kavrama tam bir uyum sağlıyor. Günümüzde bu süreç, "sermayenin küreselleşmesi" ile “ulus devlet” modellerinin dağılması haliyle, birbirlerinin neden ve sonucu olarak da yaşanmaktadır.

Eski çağın “sosyal devleti”nin yıkımı ile Türkiye’de AKP tarafından uygulandığı öne sürülen “bir çuval makarna-pirinç zekatı” temelinde yeni bir “sosyal ilişki” ağı oluşmaktadır ve aslında bunlar din temelli bir “sosyal devlet”in tanımlarını vermektedir bize. Burada "yardım veren" ve "yardım alan"ın "satın alma" ve "satılmış olma" motifleriyle konuya yaklaşmanın açıklayıcı bir değeri yoktur. Avrupa ülkelerinde de “Hıristiyan dinsel yardım kuruluşları”nın da giderek çok güçlü örgütlenmeler halinde geliştiklerini görüyoruz.İslami Vakıf, sosyal bir kurumdur ve İslami amaçlarla birlikte anlam taşııyor. Avrupa'da dini yardım kuruluşlarının gelişimi, tanıdığımız haliyle “sosyal devlet”in gerileyişi ve dağılması ile atbaşı gidiyor. Fransız devriminin ve Cumhuriyet’inin eşitlik, özgürlük, kardeşlik” biçimindeki “iyi, güzel, doğru”su, tıpkı tedavülde çok kalmış maden paranın aşınması gibi, gittikçe daha çok eriyor ve onun yerini Hiristiyan din merkezli “iyi, güzel ,doğru”lar almaya başlıyor.

Bütün dünya, bu süreci, aslında daha hızlı veya görece yavaş; daha acılı veya görece az acılı olarak yaşamaktadır. Sürecin bütün toplumsal ilişki biçimlerini ve var olan kurumlarının sonuçta alacağı bütün şekilleri şimdiden tam olarak bilmek belki de olanaksız. Zaten, NTV’de konuşan; anketler yapan-yayınlayan Soros fon destekli olsun veya olmasın bütün sosyologlar, medya mensupları ve hatta devlet yönetim kurumları, bir noktadan itibaren, yaşanmakta olan bu sürece ait yorumlarında tıkanıyorlar ve bir “bilinemezlik atmosferinde olduklarını, farklı ifadelerle de olsa, itiraf etmek zorunda kalıyorlar. NTV deki bu tartışmanın katılımcıları da, derinlemesine tanıyamadıkları bir sürece yeterince bağlayamadıkları konuları, nasıl, anlaşılmaz olarak sunmak zorunda kalacaklarının bir örneğidirler. Onların tıkandıkları noktaların çokluğu, tartışma argümanlarının ve bizzat konuşmaların “anlaşılır”lığının da bir ölçütünü vermektedir. Şerif Mardin’in konuşmaları bakımından Nuray Mert’i isyan ettiren ve “keşke hiç konuşmasaydı” dileği noktasına getiren de, bu durum olsa gerektir.


“Genel geçerli iyi,güzel,doğru” var mı?

Şerif Mardin’in tartışmaya taşıdığı, öncesiz, sonrasız genel geçerli bir “iyi, güzel, doğru” zaten hiç olmamıştı. Tartışma merkezine içeriği hiç belirlenmemiş olan ve salt kavram olarak kalan “iyi, güzel, doğru” üzerinden bir “bilimsel”liğin de pek fazla derin olamayacağı aşikardır.

Nitekim, Şerif Mardin’in konuşmalarında, Kemalizme eleştiri mahiyetinde ileri sürdüğü cümleler, hem salt kavram düzeyinde ve hem de içerik bakımından tam bir hamlık göstermek zorunda kalıyor. Şerif Mardin, Cumhuriyet öğretmeninde iyi, doğru ve güzelin olmaması” biçiminde kesinlik arz eden bir cümle kurduğu zaman ulaştığı “ifrat”ın düzeyi, öteki fikirdaş katılımcıların bazıları tarafından bile kabullenilemez hale geliyor.

Şerif Mardin, bu günkü Türkiye’yi, Kemalist Cumhuriyet’ten İslami Cumhuriyet’e geçiş süreci içinde görüyor olabilir. Böyle görüyorsa, bu son derece doğru bir tespittir de. Fakat, bir akademisyenin işi, bu sürece ait, yalan yanlış argümanları ileri sürmek olmamalı.

Kemalizm, Mustafa Kemal dehasının ürünü değildi; İslam’ın da Muhammed dehası ürünü olmaması gibi. Kemalizm, 19. yüzyılda, dünyada “uluslaşma sürecinin” bir parçası ve Türkiye’deki yansıması, üstelik de gecikmiş bir yansımasıydı. Doğal olarak da, Kemalist Cumhuriyet’in de kendine ait “iyi, güzel, doğru”ları vardı. Diyelim ki, şimdi tedavülden kalkmış “ulusal bağımsızlık” , “ulusal ekonomi”, “ulusal siyaset” gibi retorikler ve uygulama kılavuzları ; sonradan milliyetçiliğin temeli olan “Ne mutlu Türküm diyene”; genç cumhuriyet'in iç ve dış politikasının kılavuzu olarak “Yurtta sulh,cihanda sulh” veya CHP’de devam ettiği şekliyle “6 ok”la ifade edilen "değer"ler, zamanla şekillendirilmiş ve teorik-felsefi temellere oturtulmaya çalışılmış Kemalizmin “iyi, güzel,doğru”lardı. Bunları var kabul etmemek, Şerif Mardin gibi "yaşayan en büyük sosyologlardan biri"ne has olabilir!


Medyada, kendisi de, “patronları” A.Doğan’ın “çalışanları” olan Ertuğrul Özkök tarafından “düşün adamı” payesiyle ödüllendirilmiş İsmet Berkan türü AKP’ciler tarafından “Türkiye’nin yaşayan en büyük sosyologlarından” diye tanıtılan Şerif Mardin’in bu şekilde “kompansasyonu”, yukarda ifade edilen gerçeği fazla değiştiremez.


Şerif Mardin, “büyük sosyolog” olarak değil, Türkiye’de, dinci gelişmeye düşün çevrelerinde “argüman” sunmaya çalışanlardan herhangi biri olarak bulunmaktadır karşımızda.. Sosyologluğu da, mesela , toplum tarihinde hiçbir zaman genel geçerli ahlaki,dini, ekonomik içerikli bir “iyi, güzel,doğru” olamayacağı ön gerçeklerini red eden zavallı bir “sosyoloji”ye dayalıdır.


Tarihsel sosyoloji bakımından, Muhammed’in haremi, nikahsız cariyesinden çocuk peydahlaması, 9 yaşında kız çocuğunu nikahlayıp zifafa girmesi, oğulluğunu boşattığı gelinini nikahlaması, kendi döneminin “ahlaki”, “hukuki” “iyi, güzel, doğru”su kapsamındaydı. Fakat toplumların gelişmesi, günümüzün modern ilişikileri bakımından Muhammed’in bu tür uygulamalarını “iyi, güzel, doğru” kapsamından çıkartır. Bu uygulamalar günümüzün modern ahlaki, sosyal ölçüleri bakımından, mesela Avrupa’da “çocuk cinsel istismarı” olarak hapsedilmeyi gerektirecek suçlar kapsamındadır artık.

İslami ümmet, ideolojik olarak daha çok teslim alındıkça, iman ettikleri dinin mantıki çıkarımlara daha çok bağlanmakta ; Kuran uygulama ve direktiflerinin gönüllü uygulayıcıları haline gelmektedirler... Toplumsal bilincin bu yöndeki evriminin Türkiye’de gündelik hayatın uygulamalarını nasıl değiştirdiğini görüyoruz: Cuma günü ilk öğretim okulunun tatil edilip küçük öğrencilerin namaza gitmesinde yukardan bir zorlama olduğu kadar, uygulayıcıların gönüllülüğü de devreye girmektedir. İdeolojik teslimiyet veya inanca bağlı "gönüllülük" alanındaki bu gelişmeler, kadınlar arasında "gönüllü kuma"lara ; "ikinci eş"e, "üçüncü eş"e dönüşme; ana-babaların 9 yaşındaki kız evladını elleriyle zifafa hazırlayıp dedesi yaşındaki bir erkeğe sunma haliyle falan devam edecek görünüyor.


Dini inanç veya ideolojik kabulleniş, onun zorunlu ön kabullerini gönüllülük temelinde yerine getirmek halinde de tezahür eder.Bu bir çeşit radikalizm sürecidir de. Ateist temele sahip Sovyet devrimi bile, sonraki radikalizmine başta sahip değilse, bu sadece Lenin’in daha “demokrat”, Stalin’in “daha baskıcı” olmasından ötürü değildi. İdeolojik tercihin toplumu teslim alışının ve “gönüllülük” uygulamasının yaygınlaşmasından da ötürüydü.

Doğal olarak, bütün bu süreçte, toplum, o an yaşadığı koşullara bağlı olan “iyi,güzel,doğru”yu, durmadan içerik değişimine tabi tutarak ilerlediği için, öncesiz, sonrasız, “iyi, güzel, doğru”lara bağlanmaz. Kamu mallarının satışını "vatana ihanet" olarak algılayan çizgiden, "elde tek bir kamu iktisadi teşekkülü bırakmama" çizgisine gelişte görüldüğü gibi. Cumhuriyet öğretmeninin " Yerli malı haftası" düzenlemesinin artık tamamen anlamsızlaşması gibi...Tıpkı “aile”nin , evlilik ilişkilerinin, ekonominin kazandığı değişimler gibi ve bunlardan ötürü, toplumun önüne her dönemde farklı “iyi, güzel ve doğru”lar göndere çekilir ve toplum da ona, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak , olumlu veya olumsuz yanıt verir.

Şerif Mardin gibi sosyologlar, genel geçer sosyolojinin bu en temel noktadaki hatasını, Kantlara, Eflatunlara, Weberlere bağlamış olunca aklayacaklarını umabilirler. Fakat artık otoriteleri kanıt göstererek hatalı tez ve argümanları kullanabileceğimizi varsayma devri de bitmiştir.