"Doğal olarak, Sayın Çığ’ın, yaptığı çalışmalarda varmış olduğu sonuçlara, yargılara, bütünüyle doğru imiş gibi yaklaşamayız.
Eski toplumun değerlendirilmesine ilişkin konularda,
eserlerinde ciddi yanılgılar, eksiklikler de bulunmaktadır.
Buna karşılık o, bu alanda çalışan bir dizi uzmanın
yapmadığı bir şeyi, geçmişle günümüz toplumları arasında
var olan bağları kurmaya, bunları göstermeye çabalamıştır.
Koca bir ömre sığdırmaya çalıştığı bu çabaları
her zaman takdirle anılacaktır......"
( 'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı)
Safa Kaçmaz, sayın Muazzez İlmiye Çığ'a
"Tevrat, İncil ve Kuran'ın Mezopotamya Yazın Kaynakları"
başlıklı kitabını sunarken...
27. İstanbul Kitap Fuarında Sayın Muazzez İlmiye Çığ,
"Sümerler'de Tufan,
Tufanda Türkler"
konulu bir söyleşi gerçekleştirdi.
Sunum sonrası Safa Kaçmaz, sayın Muazzez İlmiye Çığ'a ".....Mezopotamya Yazın Kaynakları" kitabını ve bu alanda yapmış olduğu çalışmalar bakımından teşekkürlerini sunarken, aynı zamanda "Sumer Tufan"ını Karadeniz veya orta asya Taşkın-tsunamilerine bağlama eğilimlerinin hatalarına dikkat çekmeye çalıştı.
Sayın Çığ, birkaç yıl öncesine kadar, "Summer" anlatımındaki Tufan'ı Karadeniz'de olduğu sanılan bir Tsunami doğal olayına bağlamaya çalışan açıklamalarda bulunuyordu. Şimdi ise, bu görüşten vazgeçmiş olduğunu açıkladı. Bu, yerinde bir davranış.
Fakat bu kez de, bu "Tufan"ı, orta asya Türk kaynaklı Tufan-taşkın anlatımlarına bağlayarak tanıtmaya çalışmaktadır.
Bu yönde tarihteki "doğal taşkınlar" ile "Summer" kökenli Tufan anlatımları arasında bağ kurma çalışması, bilimsel bakımdan çok hatalı bir temelden yola çıktığı için, salt bu nedenle bile, tutarlı sayılamaz.
Çünkü,
-"...Önce tapınaklarda başlayan",
- takvimsel bir değere oturan ( "7 gündüz, 7 gece"...) ,
- "Kutsal Me'ler arasında, kutsal bir kurum olarak sayılan",
- "Sümer Kıraliyet Listesi tarih seceresinde hiç bir kesinti yaratmayan...
vb. özellikteki bir "Summer Tufan"ı, doğal bir felaket anlatımı olarak bir Tufan değildi; doğrudan doğruya kutsal bir ayin, ritüel, erken dönem insan kurban edimli bir anlaşma töreniydi...
Safa Kaçmaz'ın bu yöndeki uyarıları, umalım ve dileyelim ki, sayın Çığ tarafından dikkate alınsın ve "Karadeniz Tsunamisi" teorisinde olduğu gibi, geri çekilsin... Çünkü hatalı teorilerin insanlara taşınmasında, bilimadamlarımızın ve bilimkadınlarımızın rolleri olumsuz olmamalıdır ve bilim temelinden ayrılmamaya özen gösterilmelidir.
Sayın Çığ'a bu yöndeki sorumluluğunu anımsatmak ve bu açıklamalarıma dikkat buyurması ricasında bulunmak benim için çok önemliydi.
TÜYAP'daki Söyleşi sırasında böyle bir fırsatı bulabilmek benim için ayrıca değerli olmuştur.
Safa Kaçmaz
10.11.2008
*****
Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması
Muazzez İlmiye Çığ Yargılanmasın
“Başörtüsü İslam’dan önce de vardı”
TÜRBAN VE ASUR YASALARI...
«Adı lazım değil » :intellectuel-log
****
fotoğraf albümü için:
http://www.facebook.com/photo.php?pid=925661&l=817b2&id=698208818
****
Tufan’dan Önce -Tufan’dan Sonra-2
Sayın M. İ. Çığ, eski tabletlerde yer alan ve oradan Eski Ahit ve Kuran’a da geçen Tufan anlatımlarıyla ilgili yorumlarında daima, burada söz konusu edilen Tufan’ın, “doğal bir felaket”in belleklerdeki kalıntısı olduğundan yola çıkmayı sürdürür.
Şimdi de, “bu doğal felaketi”, Avrupa kaynaklı “Karadeniz Tsunamisi” tezlerinde aramaya yönelmiş görünüyor. Onun bu yönde açıklamaları yayınlanıyor.
Burada, tarihte “doğal ve güçlü bir sel felaketi”, hatta felaketleri olup olmadığı şu anki konumuz değil. Muhtemelen olmuştur. Fakat eski yazıtlarda söz konusu edilen Tufan, “doğal bir felaket” anlamıyla bir “Tufan” değildi.
Orada söz konusu edilen Tufan, ne zaman yapılacağı tarihlere bağlı olan; nasıl yapılacağının ayrıntıları saptanmış olan; kaç gün süreceği önceden belli olan bir Tufan, dolayısıyla kutsal bir ritüeldi.
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-2
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-3
10.11.2008
Muazzez İlmiye Çığ'ın Tufan Yorumları....
27. İstanbul Kitap Fuarında Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın
"Sümerler'de Tufan,
Tufanda Türkler" konulu söyleşi...
Sunum sonrası Safa Kaçmaz kitabını Muazzez İlmiye Çığ'a sunarken...
*****
"Doğal olarak, Sayın Çığ’ın, yaptığı çalışmalarda varmış olduğu sonuçlara, yargılara, bütünüyle doğru imiş gibi yaklaşamayız.
Eski toplumun değerlendirilmesine ilişkin konularda, eserlerinde ciddi yanılgılar, eksiklikler de bulunmaktadır.
Buna karşılık o, bu alanda çalışan bir dizi uzmanın yapmadığı bir şeyi, geçmişle günümüz toplumları arasında var olan bağları kurmaya, bunları göstermeye çabalamıştır. Koca bir ömre sığdırmaya çalıştığı bu çabaları her zaman takdirle anılacaktır......" ( 'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı)
Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması
Muazzez İlmiye Çığ Yargılanmasın
“Başörtüsü İslam’dan önce de vardı”
TÜRBAN VE ASUR YASALARI...
«Adı lazım değil » :intellectuel-log
****
fotoğraf albümü için:
http://www.facebook.com/photo.php?pid=925661&l=817b2&id=698208818
****
Tufan’dan Önce -Tufan’dan Sonra-2
Sayın M. İ. Çığ, eski tabletlerde yer alan ve oradan Eski Ahit ve Kuran’a da geçen Tufan anlatımlarıyla ilgili yorumlarında daima, burada söz konusu edilen Tufan’ın, “doğal bir felaket”in belleklerdeki kalıntısı olduğundan yola çıkmayı sürdürür.
Şimdi de, “bu doğal felaketi”, Avrupa kaynaklı “Karadeniz Tsunamisi” tezlerinde aramaya yönelmiş görünüyor. Onun bu yönde açıklamaları yayınlanıyor.
Burada, tarihte “doğal ve güçlü bir sel felaketi”, hatta felaketleri olup olmadığı şu anki konumuz değil. Muhtemelen olmuştur. Fakat eski yazıtlarda söz konusu edilen Tufan, “doğal bir felaket” anlamıyla bir “Tufan” değildi.
Orada söz konusu edilen Tufan, ne zaman yapılacağı tarihlere bağlı olan; nasıl yapılacağının ayrıntıları saptanmış olan; kaç gün süreceği önceden belli olan bir Tufan, dolayısıyla kutsal bir ritüeldi.
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-2
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-3
"Sümerler'de Tufan,
Tufanda Türkler" konulu söyleşi...
Sunum sonrası Safa Kaçmaz kitabını Muazzez İlmiye Çığ'a sunarken...
*****
"Doğal olarak, Sayın Çığ’ın, yaptığı çalışmalarda varmış olduğu sonuçlara, yargılara, bütünüyle doğru imiş gibi yaklaşamayız.
Eski toplumun değerlendirilmesine ilişkin konularda, eserlerinde ciddi yanılgılar, eksiklikler de bulunmaktadır.
Buna karşılık o, bu alanda çalışan bir dizi uzmanın yapmadığı bir şeyi, geçmişle günümüz toplumları arasında var olan bağları kurmaya, bunları göstermeye çabalamıştır. Koca bir ömre sığdırmaya çalıştığı bu çabaları her zaman takdirle anılacaktır......" ( 'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı)
Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması
Muazzez İlmiye Çığ Yargılanmasın
“Başörtüsü İslam’dan önce de vardı”
TÜRBAN VE ASUR YASALARI...
«Adı lazım değil » :intellectuel-log
****
fotoğraf albümü için:
http://www.facebook.com/photo.php?pid=925661&l=817b2&id=698208818
****
Tufan’dan Önce -Tufan’dan Sonra-2
Sayın M. İ. Çığ, eski tabletlerde yer alan ve oradan Eski Ahit ve Kuran’a da geçen Tufan anlatımlarıyla ilgili yorumlarında daima, burada söz konusu edilen Tufan’ın, “doğal bir felaket”in belleklerdeki kalıntısı olduğundan yola çıkmayı sürdürür.
Şimdi de, “bu doğal felaketi”, Avrupa kaynaklı “Karadeniz Tsunamisi” tezlerinde aramaya yönelmiş görünüyor. Onun bu yönde açıklamaları yayınlanıyor.
Burada, tarihte “doğal ve güçlü bir sel felaketi”, hatta felaketleri olup olmadığı şu anki konumuz değil. Muhtemelen olmuştur. Fakat eski yazıtlarda söz konusu edilen Tufan, “doğal bir felaket” anlamıyla bir “Tufan” değildi.
Orada söz konusu edilen Tufan, ne zaman yapılacağı tarihlere bağlı olan; nasıl yapılacağının ayrıntıları saptanmış olan; kaç gün süreceği önceden belli olan bir Tufan, dolayısıyla kutsal bir ritüeldi.
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-2
Tufan’dan Önce-Tufan’dan Sonra-3
9.10.2008
Totem Hayvan-Bitki Dönemi Kavramları...
Eski Akado-sammaru tabletlerindeki ekonomik veriler veya bir erkek ile kadın arasındaki evlilik-boşanma kayıtları, tapınaklara sunulan hayvan kurban veya insan (kadın, erkek, çocuk) listelerinin incelenmesi büyük önem taşıyor. Erken Mezopotamya tarihini incelerken, toplum birimler arasındaki ticaret ve barış anlaşma kayıtlarına dayandığımız gibi, ilgili topluluklarının ilahiler yoluyla aktardıkları bilgilere de dayanılması gerekmektedir.
Fakat hiç kuşkusuz, dinsel metinlere de dayanma bilimsel bir temelde olmalı. Bu ise, dini kayıtların, eski Mezopotamya topluluklarının arkeolojik verilerle de saptanmış gerçek tarih iskeletine oturtularak ele alınması demektir. Bu nedenle de, dini yazın, tablet kayıtlarındaki kavramlar ve bu ilahileri aktaran eski toplumun kendilerini ve çevrelerini algılama ve anlatma tarzları çözümlemeksizin, tam olarak anlaşılamaz.
Günümüzde Hıristiyan dünya, İsa’ya ‘kuzu’ demekle, İsa’nın bilinen dişi koyundan doğan bir hayvan türünü anlatmış olmuyor elbette. Bunun gibi, eski ilahilerde, diyelim ki, ‘Yer’, ‘Gök’ gibi kavramlar kullanıldığında, onlar şimdi bilinen anlam veya içeriğiyle ‘Yer’ ve ‘Gök’ü anlatmış olmuyorlardı. Dinsel literatürde, eski toplumun gerçek deyimleri, eski toplumun gerçek uygulama ve ilişki tarzları, tarih’e doğru karıştıkça, soyutlanma süreci geçirir. Eski Ahit, eğer, « Cin-melek-ejderha toplulukları İnsan’oğlu kızlarına âşık oldular ve onlarla evlendiler, onlara ejderha çocuk doğurttular.. » anlamında bir tarih aktarıyorsa, toplulukların ve bu toplulukların ilişki biçimine ait bu tanımlama biçimlerini, üçüncü sınıf bir rahip veya imam gibi yorumlamak gerekmiyor.
Bu alanlarda çalışan bilim adamlarımızın en temel yanılgıları, geçmiş Mezopotamya tarihini çeşitli yönleriyle aktaran eski tablet çözümlemelerini, o bölgede yaşanmış ve arkeolojik bulgularla da saptanmış gerçek bir toplumsal tarih iskeletine oturtarak ele alamamakla başlıyor. Onlara göre, eski tablet anlatımları, matematik hesapları yapıldığında gerçeği yansıtırlar, ama dünyayı ve toplulukları anlattıklarında ise “hayal mahsulü”, “kurgu”, “tasarım” vb. gibi “düşünsel”-“düşsel” alanın ürünleridir!
Böyle bir yaklaşım sonucunda, ister istemez, bu uzmanlarımız, ilahilerde “Gök” denildiği zaman şimdiki Gökyüzünü; “Yer” denildiği zaman da şimdiki Yeryüzünü anlıyorlar. Fakat bu görüş açısının, artık temelden değiştirilmesinin vakti gelmiştir.
Eğer biz, eski ilahilere, üzerinde şimdi torunları yaşayan gerçek Mezopotamya topluluklarının bir tür “tarih aktarım biçimi” olarak bakma yeteneği gösterebilirsek, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Yer altı’ gibi, ‘düşsel’ sanılan ifade veya kavramların, Mezopotamya’da çok gerçek coğrafi bölgelere denk düştüğünü anlayabiliriz. Çünkü bu tür temel kavramlar, ilahi metinlerinde, daima çok somut ritüellerle birlikte ele alınmaktaydılar. Bu nedenle de, “Gök” ve “Yer”, genellikle ‘fırında ekmek pişirmek’ ile, ‘tapınaklarda ekmek yemek’ ile, ‘koyun, keçi, kuzu oğlak yaratmak’ ile, ‘bitki tohumları meydana getirmek’ ile birlikte ifade edilirler.
Mesela ,ilahilerde aktarılan eski toplum,
« Yer ve Gök’ü birbirinden 'ayırmak'…”
istediğinde, bu “işlemi” bir ritüel konusu olarak ele alır ve “Yer ile Gök”ün ayrıştırılmasını sağlayan olayın “… kutsal mekânlarda ekmek pişirilmesi, ekmek yenilmesi » olduğunu açıklar. Dolayısıyla burada bir ritüelin söz konusu edildiği ve “Yer” ile “Gök”ün iki temel topluluğu ve coğrafi alanı ifade ediyor olduğu fark edilmeliydi.
Bu noktada, günümüzde bile, Hıristiyan-Musevi ayin araçlarından biri olarak kullanılan 'ekmeği' ('yaşam yiyeceği’ni) hesaba katmak; ilahi anlatımlarını ve kavramlarını, toplu ayin-ritüel eylemi ile ilişkilendirmek; bu tür anlatımların eski tarihte bir toplu anlaşmayı, “ahd”i, “akid”i, “alliance”ı, “ittifak”ı tanımladığını saptamak gerekli idi. Hitit metinlerinde de, “ekmek yiyin, (su) (şarap) için”, “ekmek ve tuz'a bağlı kalın” anlamındaki kalıpsal deyimlerin, doğrudan doğruya “ayin yapın”, “dine bağlı kalın” anlamlarına geldiğinden bahsetmiştik.
Eski ilahiler, "Yer'i Gök’ten, Gök’ü Yer'den ayırmak" için 'ekmek yemekten' bahsediyorlarsa, burada bir dinsel bir ayin'i anlamak ve dolayısıyla "Gök topluluğu" ile "Yer-Toprak-Dünya topluluğu" arasındaki (bu temel ayrım, Kuran’da da “İnsan ve Cin toplulukları” haliyle ikili bir tarzda devam eder…) bir ‘ortak ayin’i düşünmek gerekli idi. Bu bilgiler ışığında ilahileri yeniden okuduğumuzda, onlarda farklı noktalar keşfetmeye başlarız:
“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Gerekli her şey var edildikten sonra,
Gerekli her şey emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten sonra
Fırınlarda ekmek piştikten sonra,
Gök, Yer’den ayrıldıktan sonra,
Yer, Gök’ten (uzaklaştıktan) sonra,
İnsan’a ad verildikten sonra,
An, Gök’ü aldıktan sonra,
Enlil, Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı (Yer Altı) verildikten sonra.”
Bu ilahide kullanılan ‘Gök’ ve ‘Yer’ kavramları, şimdi anlaşılan anlamdaki ‘Gök’ ve Yer’i anlatmıyordu; iki farklı toplum birimin bir tanım tarzı, coğrafi bir belirlenim kavramı, Kuzey (yukarı) Mezopotamya ve Güney (aşağı) Mezopotamya olarak kullanılıyordu. Bu bakımdan orada ‘Göksel kıraliyet’ten bahsedildiği zaman, çok somut olarak Mezopotamya’daki bir topluluğun öteki topluluk üzerindeki egemenliği dile getirilmiş oluyordu.
Buradaki "Göksel topluluk" (şimdi ona Semavi topluluk deniyor!) topluluk, geniş anlamıyla Ateş, Güneş, Gök, Sema, Hava tapımcısı topluluklardan başkası değildi. Günümüzde onların gerçek kalıntılarının kim olduklarını görmek için, bugünkü Mezopotamya'ya bakmak yeterlidir aslında. Zaten, eskiye ilişkin bu bağlantıları, İncil’lerde incelediğimiz “Gök’ten yaratılmış İnsan” ile “Yer'den yaratılmış İnsan” kalıpları içinde somut olarak tanımaya ve tanıtmaya çalışıyoruz.
Bu nedenlerle, örneğin "berdel evlilik" ilişkisinin söz konusu olduğu erken dönemde, Eski Ahit’te yer aldığı gibi,
«Göksel varlıklar İnsanoğlu kızları ile evleniyorlar» ise, buna karşılık,
«İnsanoğlu erkekleri de » herhalde, karılığa, «Göksel Hurri, Nanna, Peri »leri alıyor olmalıydılar.
Doğal olarak bu «Göksel Hurri, Nanna, Peri »ler, şimdi anlaşılan anlamda “ruhsal”,”düşsel”, “yok'sal” yaratıklar değildiler; çok somut olarak, anlamları zamanla birbiri içine de geçen, ateş, güneş, gök, hava, nefes... kültüne ait, Hurrit, Asurit, Hitit, Arî… gibi toplulukların tanım biçimleri ve o topluluklara ait kadınları ifade etme kavramlarıydı.
Mezopotamya toplumlarında, “Gök” topluluklarını veya “Tanrısal yaratıkları”, asıl olarak, kırmızı, beyaz, mavi renk sembolleriyle ifade edilmiş olarak da görüyoruz.
Buna karşılık 'Yer' kavramı ile ifade edilen, günümüzde bile kendini genellikle 'kara' renk ile sembolize etmiş olan toplulukların tanımlarıydı ki, zaten onlara ilişkin temel bilgilere ve “karabaşlılar”ın torunlarının varlıklarına şimdi de sahibiz. “Gök” ve “Yer” olarak ifade edilen bu iki temel topluluk arasında, zaman içinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler ile sentez topluluk yapıları şekillenmiş olsa da, Mezopotamya kaynaklı dinlerde bu “iki temel eğilim”in kalıntıları, farklı vurgularla, günümüze değin ulaşmıştır.
Sayın M.İ. Çığ, “Tufan” ile ilgili bölümleri de kapsayan Kramer kitabını bizzat kendisi çevirmiş ve fakat kendi çevirdiği bu kitaplarda anlatılan haliyle “Tufan” denilen ritüellerin tanımlanışı üzerinde yeterince düşünme gereğini bile pek hissetmişe benzemiyor. Kramer’in, maalesef, çok satan kitap yaratma amacına yönelik motiflerle süslü ve abartılı, insan bilimden uzak yorumlarını fazlasıyla kabul etmiştir. «Tufan » ile ilgili olarak, bu anlatımın "Sümer" versiyonu, tabletlerin bizzat sayın M.İ. Çığ tarafından yapılan çevirisinde şöyle aktarılıyordu:
Tufan………
Sonra Nintu…gibi ağladı,
Saf İnanna, halkı için ağıt yaptı,
Enki kendi kendine danıştı,
An, Enlil, Enki ve Ninhursag…
Göğ’ün ve Yer’in tanrıları
An ve Enlil'in adını söylediler
Sonra Ziusudra, kıral....nin paşişu....dı,
Bir koca......yaptı.
Alçak gönüllü, itaatli, saygılı o...
Her gün dikkat ederek, devamlı o...
Her türlü rüyayı ortaya koyarak o...
Göğü ve yeri anarak o...
..... tanrılar bir duvar..
Ziusudra, onun yanında durarak dinledi.
« Sol tarafımdaki duvarda durarak,
Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut .
Kulak ver benim söylediklerime
Bizden….. bir tufan kült merkezlerini kaplayacak,
İnsanlığın tohumunu yok ederek
Tanrılar Meclisinin sözü, kararıdır
An ve Enlil'in emreden sözüyle
Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır.. »
(Tarih Sümer’de Başlar, s.131, S. N. Kramer, çeviren M.İ.Çığ
TTK Basımevi, Ankara- 1990)
Biraz daha farklı vurgularla çevrilmesi mümkün olan bu anlatımda, sayın M.İ.Çığ’ın, şimdi Karadeniz tsunamilerinde, uzak Asya çöllerinde falan aradığı güya “doğa” olayı ‘bilimsel Tufan’ ile « kült merkezlerini kaplayan » diye tercüme ettiği, önce Tapınaklarda başlamış olan, bir takvim değeri içinde hareket eden, 6 veya 7 gün süren, tamamen organize edilmiş bir ritüel olarak «Tufan» tanımları arasında en küçük bir ilişki bulunabilir mi?
Sayın Çığ’ın tercümesinde « kült merkezleri»nde başlayıp gerçekleşen bu 'Tufan', artık biliyoruz ki, eski Tapınaklarda toplu olarak gerçekleşmiş olan insan kurbanlı törenlerden; eski Kıyamet’lerden; öteki yönüyle de, şimdiki toplumların ‘bayram’larından ve fakat önemli olanlarından, sadece birisi idi.
Ayrıntılarını, gelişme, dönüşme sürecini incelediğimiz bu somut insan kurban edilen ve yamyamlıkla tamamlanan bu ritüeller, zamanla, yorumlarda, 'doğal sel' biçimli «Nuh Tufan’ı» halini almıştı.
Fakat bu “Tufan”lar, bazı « dağ »ların başına demirleyen «gemiler» ile ilişkili olarak anlatılsa da, eski dini yazılar, ‘gemi’ ve ‘su taşkını’ bir Tufan olarak yorumlasalar da , yazılı metinlerde, gemi’den değil, ‘ark’, ‘arca’, küp, tabut, sal ( Arca, Arche, Arc) falan gibi anlamlardaki bir kelime köküne bağlı kavramlar kullanırlar. “Tufan” bir ‘Sel’ olarak anlaşılır ama, metinlerde bu kavramlar, «su taşkını» olarak değil (mesela 'inondation', inundatio.. denilmez), su taşkınıyla ilgili olmayan ve "çark-ı felek" düzeninde yönetimin el değiştirme sistemini anlatan türdeki ifade kökleriyle ('deluge' olarak) yazılmaya devam edilir.
Dinleri algılama tarzı ile dini kavramlar arasındaki dönüşüm sürecindeki bu farklılaşmayı, dinlerin gelişme sürecinin incelenmesi sırasında görmüştük; örneğin, eski kayıtların “yok'tan var'etmeyi” ifade etmedikleri halde, sonraki torunların "exnihilio yaratılış" biçimindeki modern yorumlara ulaşmaları olgusunu incelerken de ele almıştık. Tanrı-tanımaz, ateist bilim adamlarının, bu noktada da, ilahiyat düzlemiyle buluşmaları da ilginçtir. Mesela Tufan’ı biri “doğa olayı sel taşkını”, öteki ise ilahisel “cezalandırma sel taşkını” (Tanrıların neden ille de “su’da boğarak öldürme” biçimli bir tanrısal çözüme başvurmuş oldukları ise onların “sır”larıdır! ) olayı olarak ifade ederlerken de, bu sessiz ittifak yeniden ortaya çıkar.
Bu tür yaklaşımlarla gerçek ve yaşanmış bir «Summer » tarihi anlatılabilir mi?
«Summer»lerin «İnanna-Dumuzi»leri, hayali kahramanlar olmaktan çıkarılarak, eski Mezopotamya topluluklarının gerçek yapılanması ve işleyiş düzenindeki yerlerine oturtulabilir mi?
İlgili ilahilerimizin sağlam, derinleştirilmiş çalışmalar yoluyla yeniden kurgulanması, bize, 6–8 bin yıllık, Mezopotamya gerçek tarihinin hiç olmazsa ana çizgilerini verecektir.
Bunların ise, insanbilim bakımından ne büyük bir kazanç olacağı ortada...
KUTSAL TUFAN ANLATIMLARI-1
TUFAN KAVRAMLARI
TUFAN BULGULARI...
TUFAN SONUÇLARI...
Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'insanlık'a-9
http://toplumvetarih.blogcu.com/554525/
http://toplumvetarih.blogcu.com/1280924/
http://toplumvetarih.blogcu.com/1151844/
Sumer-Babil ilahi parçalari ('siirler'..)-1
Fakat hiç kuşkusuz, dinsel metinlere de dayanma bilimsel bir temelde olmalı. Bu ise, dini kayıtların, eski Mezopotamya topluluklarının arkeolojik verilerle de saptanmış gerçek tarih iskeletine oturtularak ele alınması demektir. Bu nedenle de, dini yazın, tablet kayıtlarındaki kavramlar ve bu ilahileri aktaran eski toplumun kendilerini ve çevrelerini algılama ve anlatma tarzları çözümlemeksizin, tam olarak anlaşılamaz.
Günümüzde Hıristiyan dünya, İsa’ya ‘kuzu’ demekle, İsa’nın bilinen dişi koyundan doğan bir hayvan türünü anlatmış olmuyor elbette. Bunun gibi, eski ilahilerde, diyelim ki, ‘Yer’, ‘Gök’ gibi kavramlar kullanıldığında, onlar şimdi bilinen anlam veya içeriğiyle ‘Yer’ ve ‘Gök’ü anlatmış olmuyorlardı. Dinsel literatürde, eski toplumun gerçek deyimleri, eski toplumun gerçek uygulama ve ilişki tarzları, tarih’e doğru karıştıkça, soyutlanma süreci geçirir. Eski Ahit, eğer, « Cin-melek-ejderha toplulukları İnsan’oğlu kızlarına âşık oldular ve onlarla evlendiler, onlara ejderha çocuk doğurttular.. » anlamında bir tarih aktarıyorsa, toplulukların ve bu toplulukların ilişki biçimine ait bu tanımlama biçimlerini, üçüncü sınıf bir rahip veya imam gibi yorumlamak gerekmiyor.
Bu alanlarda çalışan bilim adamlarımızın en temel yanılgıları, geçmiş Mezopotamya tarihini çeşitli yönleriyle aktaran eski tablet çözümlemelerini, o bölgede yaşanmış ve arkeolojik bulgularla da saptanmış gerçek bir toplumsal tarih iskeletine oturtarak ele alamamakla başlıyor. Onlara göre, eski tablet anlatımları, matematik hesapları yapıldığında gerçeği yansıtırlar, ama dünyayı ve toplulukları anlattıklarında ise “hayal mahsulü”, “kurgu”, “tasarım” vb. gibi “düşünsel”-“düşsel” alanın ürünleridir!
Böyle bir yaklaşım sonucunda, ister istemez, bu uzmanlarımız, ilahilerde “Gök” denildiği zaman şimdiki Gökyüzünü; “Yer” denildiği zaman da şimdiki Yeryüzünü anlıyorlar. Fakat bu görüş açısının, artık temelden değiştirilmesinin vakti gelmiştir.
Eğer biz, eski ilahilere, üzerinde şimdi torunları yaşayan gerçek Mezopotamya topluluklarının bir tür “tarih aktarım biçimi” olarak bakma yeteneği gösterebilirsek, ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Yer altı’ gibi, ‘düşsel’ sanılan ifade veya kavramların, Mezopotamya’da çok gerçek coğrafi bölgelere denk düştüğünü anlayabiliriz. Çünkü bu tür temel kavramlar, ilahi metinlerinde, daima çok somut ritüellerle birlikte ele alınmaktaydılar. Bu nedenle de, “Gök” ve “Yer”, genellikle ‘fırında ekmek pişirmek’ ile, ‘tapınaklarda ekmek yemek’ ile, ‘koyun, keçi, kuzu oğlak yaratmak’ ile, ‘bitki tohumları meydana getirmek’ ile birlikte ifade edilirler.
Mesela ,ilahilerde aktarılan eski toplum,
« Yer ve Gök’ü birbirinden 'ayırmak'…”
istediğinde, bu “işlemi” bir ritüel konusu olarak ele alır ve “Yer ile Gök”ün ayrıştırılmasını sağlayan olayın “… kutsal mekânlarda ekmek pişirilmesi, ekmek yenilmesi » olduğunu açıklar. Dolayısıyla burada bir ritüelin söz konusu edildiği ve “Yer” ile “Gök”ün iki temel topluluğu ve coğrafi alanı ifade ediyor olduğu fark edilmeliydi.
Bu noktada, günümüzde bile, Hıristiyan-Musevi ayin araçlarından biri olarak kullanılan 'ekmeği' ('yaşam yiyeceği’ni) hesaba katmak; ilahi anlatımlarını ve kavramlarını, toplu ayin-ritüel eylemi ile ilişkilendirmek; bu tür anlatımların eski tarihte bir toplu anlaşmayı, “ahd”i, “akid”i, “alliance”ı, “ittifak”ı tanımladığını saptamak gerekli idi. Hitit metinlerinde de, “ekmek yiyin, (su) (şarap) için”, “ekmek ve tuz'a bağlı kalın” anlamındaki kalıpsal deyimlerin, doğrudan doğruya “ayin yapın”, “dine bağlı kalın” anlamlarına geldiğinden bahsetmiştik.
Eski ilahiler, "Yer'i Gök’ten, Gök’ü Yer'den ayırmak" için 'ekmek yemekten' bahsediyorlarsa, burada bir dinsel bir ayin'i anlamak ve dolayısıyla "Gök topluluğu" ile "Yer-Toprak-Dünya topluluğu" arasındaki (bu temel ayrım, Kuran’da da “İnsan ve Cin toplulukları” haliyle ikili bir tarzda devam eder…) bir ‘ortak ayin’i düşünmek gerekli idi. Bu bilgiler ışığında ilahileri yeniden okuduğumuzda, onlarda farklı noktalar keşfetmeye başlarız:
“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Gerekli her şey var edildikten sonra,
Gerekli her şey emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten sonra
Fırınlarda ekmek piştikten sonra,
Gök, Yer’den ayrıldıktan sonra,
Yer, Gök’ten (uzaklaştıktan) sonra,
İnsan’a ad verildikten sonra,
An, Gök’ü aldıktan sonra,
Enlil, Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı (Yer Altı) verildikten sonra.”
Bu ilahide kullanılan ‘Gök’ ve ‘Yer’ kavramları, şimdi anlaşılan anlamdaki ‘Gök’ ve Yer’i anlatmıyordu; iki farklı toplum birimin bir tanım tarzı, coğrafi bir belirlenim kavramı, Kuzey (yukarı) Mezopotamya ve Güney (aşağı) Mezopotamya olarak kullanılıyordu. Bu bakımdan orada ‘Göksel kıraliyet’ten bahsedildiği zaman, çok somut olarak Mezopotamya’daki bir topluluğun öteki topluluk üzerindeki egemenliği dile getirilmiş oluyordu.
Buradaki "Göksel topluluk" (şimdi ona Semavi topluluk deniyor!) topluluk, geniş anlamıyla Ateş, Güneş, Gök, Sema, Hava tapımcısı topluluklardan başkası değildi. Günümüzde onların gerçek kalıntılarının kim olduklarını görmek için, bugünkü Mezopotamya'ya bakmak yeterlidir aslında. Zaten, eskiye ilişkin bu bağlantıları, İncil’lerde incelediğimiz “Gök’ten yaratılmış İnsan” ile “Yer'den yaratılmış İnsan” kalıpları içinde somut olarak tanımaya ve tanıtmaya çalışıyoruz.
Bu nedenlerle, örneğin "berdel evlilik" ilişkisinin söz konusu olduğu erken dönemde, Eski Ahit’te yer aldığı gibi,
«Göksel varlıklar İnsanoğlu kızları ile evleniyorlar» ise, buna karşılık,
«İnsanoğlu erkekleri de » herhalde, karılığa, «Göksel Hurri, Nanna, Peri »leri alıyor olmalıydılar.
Doğal olarak bu «Göksel Hurri, Nanna, Peri »ler, şimdi anlaşılan anlamda “ruhsal”,”düşsel”, “yok'sal” yaratıklar değildiler; çok somut olarak, anlamları zamanla birbiri içine de geçen, ateş, güneş, gök, hava, nefes... kültüne ait, Hurrit, Asurit, Hitit, Arî… gibi toplulukların tanım biçimleri ve o topluluklara ait kadınları ifade etme kavramlarıydı.
Mezopotamya toplumlarında, “Gök” topluluklarını veya “Tanrısal yaratıkları”, asıl olarak, kırmızı, beyaz, mavi renk sembolleriyle ifade edilmiş olarak da görüyoruz.
Buna karşılık 'Yer' kavramı ile ifade edilen, günümüzde bile kendini genellikle 'kara' renk ile sembolize etmiş olan toplulukların tanımlarıydı ki, zaten onlara ilişkin temel bilgilere ve “karabaşlılar”ın torunlarının varlıklarına şimdi de sahibiz. “Gök” ve “Yer” olarak ifade edilen bu iki temel topluluk arasında, zaman içinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler ile sentez topluluk yapıları şekillenmiş olsa da, Mezopotamya kaynaklı dinlerde bu “iki temel eğilim”in kalıntıları, farklı vurgularla, günümüze değin ulaşmıştır.
Sayın M.İ. Çığ, “Tufan” ile ilgili bölümleri de kapsayan Kramer kitabını bizzat kendisi çevirmiş ve fakat kendi çevirdiği bu kitaplarda anlatılan haliyle “Tufan” denilen ritüellerin tanımlanışı üzerinde yeterince düşünme gereğini bile pek hissetmişe benzemiyor. Kramer’in, maalesef, çok satan kitap yaratma amacına yönelik motiflerle süslü ve abartılı, insan bilimden uzak yorumlarını fazlasıyla kabul etmiştir. «Tufan » ile ilgili olarak, bu anlatımın "Sümer" versiyonu, tabletlerin bizzat sayın M.İ. Çığ tarafından yapılan çevirisinde şöyle aktarılıyordu:
Tufan………
Sonra Nintu…gibi ağladı,
Saf İnanna, halkı için ağıt yaptı,
Enki kendi kendine danıştı,
An, Enlil, Enki ve Ninhursag…
Göğ’ün ve Yer’in tanrıları
An ve Enlil'in adını söylediler
Sonra Ziusudra, kıral....nin paşişu....dı,
Bir koca......yaptı.
Alçak gönüllü, itaatli, saygılı o...
Her gün dikkat ederek, devamlı o...
Her türlü rüyayı ortaya koyarak o...
Göğü ve yeri anarak o...
..... tanrılar bir duvar..
Ziusudra, onun yanında durarak dinledi.
« Sol tarafımdaki duvarda durarak,
Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut .
Kulak ver benim söylediklerime
Bizden….. bir tufan kült merkezlerini kaplayacak,
İnsanlığın tohumunu yok ederek
Tanrılar Meclisinin sözü, kararıdır
An ve Enlil'in emreden sözüyle
Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır.. »
(Tarih Sümer’de Başlar, s.131, S. N. Kramer, çeviren M.İ.Çığ
TTK Basımevi, Ankara- 1990)
Biraz daha farklı vurgularla çevrilmesi mümkün olan bu anlatımda, sayın M.İ.Çığ’ın, şimdi Karadeniz tsunamilerinde, uzak Asya çöllerinde falan aradığı güya “doğa” olayı ‘bilimsel Tufan’ ile « kült merkezlerini kaplayan » diye tercüme ettiği, önce Tapınaklarda başlamış olan, bir takvim değeri içinde hareket eden, 6 veya 7 gün süren, tamamen organize edilmiş bir ritüel olarak «Tufan» tanımları arasında en küçük bir ilişki bulunabilir mi?
Sayın Çığ’ın tercümesinde « kült merkezleri»nde başlayıp gerçekleşen bu 'Tufan', artık biliyoruz ki, eski Tapınaklarda toplu olarak gerçekleşmiş olan insan kurbanlı törenlerden; eski Kıyamet’lerden; öteki yönüyle de, şimdiki toplumların ‘bayram’larından ve fakat önemli olanlarından, sadece birisi idi.
Ayrıntılarını, gelişme, dönüşme sürecini incelediğimiz bu somut insan kurban edilen ve yamyamlıkla tamamlanan bu ritüeller, zamanla, yorumlarda, 'doğal sel' biçimli «Nuh Tufan’ı» halini almıştı.
Fakat bu “Tufan”lar, bazı « dağ »ların başına demirleyen «gemiler» ile ilişkili olarak anlatılsa da, eski dini yazılar, ‘gemi’ ve ‘su taşkını’ bir Tufan olarak yorumlasalar da , yazılı metinlerde, gemi’den değil, ‘ark’, ‘arca’, küp, tabut, sal ( Arca, Arche, Arc) falan gibi anlamlardaki bir kelime köküne bağlı kavramlar kullanırlar. “Tufan” bir ‘Sel’ olarak anlaşılır ama, metinlerde bu kavramlar, «su taşkını» olarak değil (mesela 'inondation', inundatio.. denilmez), su taşkınıyla ilgili olmayan ve "çark-ı felek" düzeninde yönetimin el değiştirme sistemini anlatan türdeki ifade kökleriyle ('deluge' olarak) yazılmaya devam edilir.
Dinleri algılama tarzı ile dini kavramlar arasındaki dönüşüm sürecindeki bu farklılaşmayı, dinlerin gelişme sürecinin incelenmesi sırasında görmüştük; örneğin, eski kayıtların “yok'tan var'etmeyi” ifade etmedikleri halde, sonraki torunların "exnihilio yaratılış" biçimindeki modern yorumlara ulaşmaları olgusunu incelerken de ele almıştık. Tanrı-tanımaz, ateist bilim adamlarının, bu noktada da, ilahiyat düzlemiyle buluşmaları da ilginçtir. Mesela Tufan’ı biri “doğa olayı sel taşkını”, öteki ise ilahisel “cezalandırma sel taşkını” (Tanrıların neden ille de “su’da boğarak öldürme” biçimli bir tanrısal çözüme başvurmuş oldukları ise onların “sır”larıdır! ) olayı olarak ifade ederlerken de, bu sessiz ittifak yeniden ortaya çıkar.
Bu tür yaklaşımlarla gerçek ve yaşanmış bir «Summer » tarihi anlatılabilir mi?
«Summer»lerin «İnanna-Dumuzi»leri, hayali kahramanlar olmaktan çıkarılarak, eski Mezopotamya topluluklarının gerçek yapılanması ve işleyiş düzenindeki yerlerine oturtulabilir mi?
İlgili ilahilerimizin sağlam, derinleştirilmiş çalışmalar yoluyla yeniden kurgulanması, bize, 6–8 bin yıllık, Mezopotamya gerçek tarihinin hiç olmazsa ana çizgilerini verecektir.
Bunların ise, insanbilim bakımından ne büyük bir kazanç olacağı ortada...
KUTSAL TUFAN ANLATIMLARI-1
TUFAN KAVRAMLARI
TUFAN BULGULARI...
TUFAN SONUÇLARI...
Hayvan Kurban ve Bitki Sunu'lardan 'insanlık'a-9
http://toplumvetarih.blogcu.com/554525/
http://toplumvetarih.blogcu.com/1280924/
http://toplumvetarih.blogcu.com/1151844/
Sumer-Babil ilahi parçalari ('siirler'..)-1
21.09.2008
“Yaratılış Bilmecesi”ni Çözmek !
“Yaratılış Bilmecesi”ni Çözmek !
21.9.2008
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın,
‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,
Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.
Onun bu samimi çabalarının,
sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını
ortaya koymak gereklidir.
Dinsel gelişmenin önüne geçme çabasında, din’lerin eski kaynaklarını tanımak bugün çok daha önem kazanmaktadır..
Eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde yer alan , ‘tatlı su-tuzlu su’, ‘aşağı-yukarı’,‘ışık-ateş’, ‘gece-gündüz’, ‘aydınlık-karanlık’ gibi kavram anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde,şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado-sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış bulunuyoruz.
Bu ilahilerde ,‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut,elle tutulan ve doğal bir şekilde anlatılır ki,Gökyüzü’nden birden bire Kazma’ya geçmek hiç bir anormallik yaratmaz.
Çünkü,burada sözü edilen Gök ve Yer, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı,bizzat kendileriydi. ‘Kazma’ ise,Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır ; dolayısıyla 'kazma',Gılgameş’in ikizi,rakibi,ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’u,yani eğitilmemiş bir insan tanımıydı.Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü beyinlerinden günümüz uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak yerine, ‘efsane ve-ya uydurma’ bulmaya yönelmişlerdi. Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın,nasılsa ‘cahil eski toplum’ tarafından üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.Onun bu samimi çabalarının,sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden,Enuma Eliş’ten,eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan,eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamn bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabaı içinde ‘cilt’ler doldurmaktadır.Fakat,Tevrat’tan bağımsız bir Kuran;Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat incelenemez.Bu temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın,eğer bir parça bu alanda bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu cilt’ler dolusu kitap sayfalarının, bölümlerinin adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.Umalım ki o,bunu bizzat kendisi görsün…
Kuran’ın tanrısı,Gök ve Yer bitişik iken onları birbirinden ayırmış, ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık biliyoruz ki,bu temel kavram Enlil’e aitti ve Muhammed’den 4000 yıl öncesinde sözlü ve daha sonra da tabletlerde yazılı olarak yer alan bir ilahi olarak bulunuyordu.Burada sadece Muhammed’e vurarak ‘dini eleştirmek’ çabası çocukça ve hedef saptırıcıdır.Orada şöyle deniyordu:
« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»
(Kramer,Sumer Mitolojisi,Kabalcı,s.103)
Bu tür örnekler, ‘Gök’ ,‘Yer’, ‘kazma’ gibi eski ilahi temel kavramlarının,erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair,herkes için uyarıcı işaretler olmalıydı.
Gelgelelim,ister dini inanca sahip olsun, olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçi Doğu nihilistleri,‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘birbirinden ayrıştırılması’ vb. konularında Eski Ahit’in kahin ve rahip yorumlarına kendilerini öyle kaptırmışlardır ki,düşüncelerinde, tabletlerin belki bir başka konuyu anlatmış olabileceğine ait bir kuşku izi bile taşıyor görünmezler.Oysa E.Erdoğan ,‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı alıntılarda ne de güzel yineleyip durur…
Voltaire’lerden Kramer’lere kadar düşün adamlarımızın kanılarının tersine,Akado-sammaru ilahilerinin ‘Yer’ ve ‘Gök’ kavram ve kavrayışları,masallara,efsanelere veya tasarlanmış kozmonogia’lara değil,çok somut olarak, ‘Sümer-Akkad’ topraklarında gerçekleşen tarihin,kendi kavram ve kavrayışlarıyla anlatımına aitti.
Öyle olduğu için oradaki tapınaklara,tapınılan tanrının özelliğine bağlı olarak ‘Gök Dağı’ veya ‘Yer Dağı’ da deniliyordu.Bu kavramlar ‘Sümer’ ve ‘Akkad’ denilen topluluklar ve onların tapınaklarını anlatıyordu.Bu nedenle,Eski Ahit ve Kuran’ın tanrıları,Adem’i veya Yeşillik’leri,Gök’teki Kuşları,Deniz’deki yaratıkları bazan mutlaka ‘toprak’tan; bazan ‘su’dan,bazan ‘yumurta’dan falan yaratınca,bu kavramlarla anlattıkları,eski ateş tapımcılığının bir kalıntısı olan ‘Aydınlanmacılık’ dönemi düşünürlerinin ve onlara dayanan T.Dursun’un,E.Erdoğan’ın ‘düpedüz’ anladıklarını sandıklarından tamamen farklı şeyleri,çok somut olarak gerçek toplulukların iç örgütlenmelerini vb. anlatmış oluyorlardı.
Eski tabletlerin çözüm ve tercüme zorlukları bulunuyor olsa bile,onların hatalı tercümeleri bile,eski toplumun tarih aktarımlarını yine de yansıtmaktadır:
[Yukarda Gök’lerin adı yoktu
Aşağıda Yer’in adı yoktu
Yükseklik ve derinlik yoktu,
Hiçbir isim yoktu daha.
Toprak altında Abzu vardı yalnız,
İlk yaratıcı olan Tatlı Su ile
Bir de Tuzlu Su, Tiamat vardı.
Bir de döl yatağında dönen Mummu.
Birbirine karışıyordu tatlı su ile tuzlu su,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu,
İşte o vakit,
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu ve Tiamat’tan
Tanrılar yaratıldı.
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile Yeryüzü ufku Kişar’ı
Gök’ün ve Yer’in çizgilerini
Ufuklarda bulutları çamur’lardan ayırdılar. ]
***
[Enki,anası Nammu’ya yanıt verdi:
“Ey annem,senin ismini vereceğin (ad koyacağın) yaratık meydana çıksın,
Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy,
Dipsiz suyun(bataklığın) çamurunun özünü karıştır,
İyi ve prens gibi şekilleri çamurla sık,
Kol ve bacaklarını meydana getir,
(Yeryüzü ana tanrıçası) Ninmah,onun üzerine tanrıların suretini (görüntüsünü) koyacak,
O bir insan…” ]
Neredeyse burada kullanılan her temel kavramı daha önceki çalışmalarda ayrıntılarıyla ele almaya çalışmıştık.Bu yeni yaklaşım tarzı,bütün okurlarımıza,eski tarihi canlı bir şekilde anlama olanağı verecektir.Bu,eski tarihçiliğe,eski felsefeciliğe,eski toplumbilimciliğe tamamen karşıt,onların geçerliliğini büyük ölçüde ortadan kaldıran bir yeni bilimin kurulmasıdır da aynı zamanda.
Şimdi artık,Eski Ahit’in anlatımlarının,erken ‘yaratılış’ varyantlarından,hatta peşpeşe gelen iki farklı yaratılış versiyonunun,özetlenmesinden başka bir şey olmadığı açığa çıkarılmıştır.7 veya 8 farklı toplum birimin,birlikte gerçekleştirdiği ortak Tufan’lardan,ortak karşılıklı insan kurban törenlerine katılan her farklı toplum birim için ‘yaratılış’ farklı bir şekilde yaşanıyor ve öyle de yansıtılıyordu.Üstelik,Eski Ahit ve Kuran’lara,Akado-sammaru tarihi boyunca,farklı dönemlerde farklı şekillerde yaşanmış ‘yaratılışlar’ vardı.Bu nedenle,din kitaplarında ‘ol sözü’ ile, ‘akıl’ ile, ‘ateş’ ile,Su ile,toprak ile,yumurta ile vb. bir dizi yaratılış elemanından birbiriyle çelişir şekilde söz edilmiş ise, sadece bunları göstermek ‘din eleştirisi’ yapmış olmak anlamına gelmez.Gerçek din eleştirisi,ancak,o farklı yaratılış elemanlarının hangi eski dönemlerin ritüel araçları olduğunun anlaşılması ve biraz zaman geçmiş olmasına karşın,o sırada bilmeleri olanaksız olan Musa’ya,İsa’ya ve Muhammed’e,gerçek tarihi anlatarak,onların atalarının asıl davranış,cinsel ilişki ve yamyamlık türlerini tanıtmakla yerine getirilebilir.
Bu yöndeki çalışmaların başlangıç noktasını,farklı bir okuma tarzıyla Eski Ahit’in ‘yaratılış’ anlatımını ele almak oluşturur.Bu nedenle,E.Erdoğan gibi,Kuran Eski Ahit’e dayanıyor sınırlı ve asıl kaynağı tanımayan eleştiri metoduyla Kuran’a geçmeden önce ve geçebilmek için Musevi kayıtlarını derinlemesine tanımak gerekecektir.
Bu metinin birkaç yüzyıl önceki tercümelerini bulmak daha yararlı olacaktır ama,şimdi hayli düzenlenmiş yanlar taşısa da,yine de,bağrında,6000 yıl kadar önceki değerleri içermektedir:
Eski Ahit’te Yaratılış Anlatımı:
Başlangıçta Tanrı Gök’ü ve Yer’i yarattı.
Yer boştu, Yeryüzü şekilleri yoktu;
Engin, karanlıklarla kaplıydı.
Tanrı’nın Ruhu Su’ların üzerinde dalgalanıyordu.
Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve Işık oldu.
Tanrı Işık’ın iyi olduğunu gördü ve onu Karanlık’tan ayırdı.
Işık’a “Gündüz”, Karanlık’a “Gece” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, “Suların ortasında bir Kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu.
Ve öyle oldu. Tanrı Gökkubbeyi yarattı. Kubbe’nin Altındaki Su’ları Üstündeki Su’lardan ayırdı.
Kubbeye “Gök” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, “Göğün altındaki Su’lar bir yere toplansın, Kuru Toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.
Kuru alana ‘Kara’, toplanan sulara ‘Deniz’ adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu.
Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbe’de Gündüz’ü Gece’den ayıracak, Yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.”
Ve öyle oldu.
Tanrı, Büyük’ü Gündüz’e, Küçük’ü Gece’ye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
Yeryüzü’nü aydınlatmak, Gündüz’e ve Gece’ye egemen olmak; Işık’ı Karanlık’tan ayırmak için onları Gökkubbe’ye yerleştirdi.
Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, Yeryüzü’nün üzerinde, Gök’te kuşlar uçuşsun” diye buyurdu.
Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, Yeryüzü’nde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı.
Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. (Sürüngen: İbranice bu sözcük fare, böcek gibi öteki kara hayvanlarını da kapsıyor.)
Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “İnsan’ı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi;
“Denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, Yeryüzü’nün tümüne egemen olsun.”
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.
Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, Yeryüzü’nde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
İşte Yeryüzü’nde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
Yabanıl hayvanlara, Gök’teki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.”
Ve öyle oldu.
Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.
Gök ve Yer bütün öğeleriyle tamamlandı.
Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi (istirahat etti).
Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.
***
Göğün ve yerin Yaratılış öyküsü:
RAB Tanrı Gök’ü ve Yer’i Yarattığında,
Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RAB Tanrı henüz Yeryüzü’ne Yağmur göndermemişti.
Toprağı işleyecek insan da yoktu.
Yer’den yükselen buhar bütün toprakları suluyordu.
RAB Tanrı Adem’i Toprak’tan yarattı ve burnuna Yaşam Soluğunu üfledi. Böylece Adem Yaşayan Varlık oldu.
RAB Tanrı doğu’da, Aden’de bir Bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu.
Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu.
İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar.
Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur.
İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar.
Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar.
Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.
RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu.
Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu;
“Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”
Sonra, “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir Yardımcı Yaratacağım.”
RAB Tanrı Yer’deki hayvanların, Gök’teki kuşların tümünü Toprak’tan Yaratmıştı.
Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi.
Adem her birine ne ad verdi ise, o canlı o adla anıldı.
Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, Gök’te uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir Yardımcı bulunmadı.
RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.
Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem'e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın denilecek, Çünkü o adam’dan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.
Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
…
Din Kurumunun Toplumsal Kaynaklarının Bilimsel Analizi..
Toplumsal Tarihi Yeniden Tanımlayan Bir Çalışma...
‘Sümer ve Akad’ ilahilerinde ve dolayısıyla
Tevrat,İncil ve Kuran’da yer alan temel dinsel kavram ve anlatımların
“yeni bir okuma tarzı” ile ele alınması!
21.9.2008
Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın,
‘cahil eski toplum’ tarafından nasılsa üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,
Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.
Onun bu samimi çabalarının,
sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını
ortaya koymak gereklidir.
Dinsel gelişmenin önüne geçme çabasında, din’lerin eski kaynaklarını tanımak bugün çok daha önem kazanmaktadır..
Eski ‘Yaratılış’ ilahilerinde yer alan , ‘tatlı su-tuzlu su’, ‘aşağı-yukarı’,‘ışık-ateş’, ‘gece-gündüz’, ‘aydınlık-karanlık’ gibi kavram anlamları açığa çıkarıldığı ölçüde,şimdiki dinlerin ‘yaratılış’ anlatımlarının, erken Akado-sammaru topluluklarının karşılıklı tarih ve karşılıklı ilişki düzeninin farklı anlatım tarzlarına dayandığını artık görmeye başlamış bulunuyoruz.
Bu ilahilerde ,‘Yeryüzü’ ve ‘Gökyüzü’ kavramları da öylesine somut,elle tutulan ve doğal bir şekilde anlatılır ki,Gökyüzü’nden birden bire Kazma’ya geçmek hiç bir anormallik yaratmaz.
Çünkü,burada sözü edilen Gök ve Yer, Akkado-sammaru toplulukların bir öteki tanımı,bizzat kendileriydi. ‘Kazma’ ise,Türkiye’de şimdi bile eğitilmemiş bir kişiyi tanımlama deyimi olarak kullanılır ; dolayısıyla 'kazma',Gılgameş’in ikizi,rakibi,ittifakdaşı Çiftçi-köylü Enkidum’u,yani eğitilmemiş bir insan tanımıydı.Avrupa’nın ‘Aydınlanma’ döneminin en ünlü beyinlerinden günümüz uzmanlarına kadar herkes (yakın zamana kadar hepimiz ) bütün bu eski anlatımlarda, erken Mezopotamya toplumlarının gerçek tarihini bulmak yerine, ‘efsane ve-ya uydurma’ bulmaya yönelmişlerdi. Eski İlahilerin ve onlara dayanan Tevrat veya Kuran’ın,nasılsa ‘cahil eski toplum’ tarafından üretilmiş efsane ve-ya uydurma’lara dayandığına yönelik bu kör inanç,Türkiye kamuoyunda uzun yıllar önce Turan Dursun tarafından,din’i islamla eşitleme eğilimi halinde yansıtılmıştı.Onun bu samimi çabalarının,sonuçları itibariyle önemli teorik tahribatlar yarattığını ortaya koymak gereklidir.
Şimdi Erdoğan Aydın tarafından sürdürülen bu genel çizgi, ‘Akkado-sammaru’ tarihinden,Enuma Eliş’ten,eski tabletlerdeki dinsel anlatımlardan,eski toplumun örgütlenme ve ilişki tarzlarından tamamn bağımsız bir ‘İslamiyet’i ‘Bilim’le karşılaştırma çabaı içinde ‘cilt’ler doldurmaktadır.Fakat,Tevrat’tan bağımsız bir Kuran;Enuma Eliş’ten bağımsız bir Tevrat incelenemez.Bu temel bir metot konusudur.
Erdoğan Aydın,eğer bir parça bu alanda bir araştırmaya yönelirse, daha ilk anlarda, İslam’ın çerçevesi ve deyimleri içindeki ‘mantık’ alanında kalarak oluşturduğu cilt’ler dolusu kitap sayfalarının, bölümlerinin adım adım anlamsızlaşıp yürürlükten kalkmak zorunda olduğunu görecektir.Umalım ki o,bunu bizzat kendisi görsün…
Kuran’ın tanrısı,Gök ve Yer bitişik iken onları birbirinden ayırmış, ‘yaratılışı’ böyle gerçekleştirmiş ise, artık biliyoruz ki,bu temel kavram Enlil’e aitti ve Muhammed’den 4000 yıl öncesinde sözlü ve daha sonra da tabletlerde yazılı olarak yer alan bir ilahi olarak bulunuyordu.Burada sadece Muhammed’e vurarak ‘dini eleştirmek’ çabası çocukça ve hedef saptırıcıdır.Orada şöyle deniyordu:
« Nimetlerin gerçek yaratıcısı,
Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil,
Yer’den Gök’ü ayırmayı düşündü,
Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için,
“Gök ile Yer’in Kemiği”nde (Nippur) ... Yaydı.
Kazma’yı var etti, ‘Gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
….
Efendi Kazma’yı çağırdı, kaderini belirledi…»
(Kramer,Sumer Mitolojisi,Kabalcı,s.103)
Bu tür örnekler, ‘Gök’ ,‘Yer’, ‘kazma’ gibi eski ilahi temel kavramlarının,erken dönemlerde belki bir başka anlamda kullanılmış olabileceğine dair,herkes için uyarıcı işaretler olmalıydı.
Gelgelelim,ister dini inanca sahip olsun, olmasın; ilahiyatçı, tanrıtanımaz, ‘aydınlanmacı’ ve takipçi Doğu nihilistleri,‘Yer ve Göklerin yaratılması’, ‘birbirinden ayrıştırılması’ vb. konularında Eski Ahit’in kahin ve rahip yorumlarına kendilerini öyle kaptırmışlardır ki,düşüncelerinde, tabletlerin belki bir başka konuyu anlatmış olabileceğine ait bir kuşku izi bile taşıyor görünmezler.Oysa E.Erdoğan ,‘bilim’de ‘kuşku’nun yerini Hançerlioğlu sözlüklerinden yaptığı alıntılarda ne de güzel yineleyip durur…
Voltaire’lerden Kramer’lere kadar düşün adamlarımızın kanılarının tersine,Akado-sammaru ilahilerinin ‘Yer’ ve ‘Gök’ kavram ve kavrayışları,masallara,efsanelere veya tasarlanmış kozmonogia’lara değil,çok somut olarak, ‘Sümer-Akkad’ topraklarında gerçekleşen tarihin,kendi kavram ve kavrayışlarıyla anlatımına aitti.
Öyle olduğu için oradaki tapınaklara,tapınılan tanrının özelliğine bağlı olarak ‘Gök Dağı’ veya ‘Yer Dağı’ da deniliyordu.Bu kavramlar ‘Sümer’ ve ‘Akkad’ denilen topluluklar ve onların tapınaklarını anlatıyordu.Bu nedenle,Eski Ahit ve Kuran’ın tanrıları,Adem’i veya Yeşillik’leri,Gök’teki Kuşları,Deniz’deki yaratıkları bazan mutlaka ‘toprak’tan; bazan ‘su’dan,bazan ‘yumurta’dan falan yaratınca,bu kavramlarla anlattıkları,eski ateş tapımcılığının bir kalıntısı olan ‘Aydınlanmacılık’ dönemi düşünürlerinin ve onlara dayanan T.Dursun’un,E.Erdoğan’ın ‘düpedüz’ anladıklarını sandıklarından tamamen farklı şeyleri,çok somut olarak gerçek toplulukların iç örgütlenmelerini vb. anlatmış oluyorlardı.
Eski tabletlerin çözüm ve tercüme zorlukları bulunuyor olsa bile,onların hatalı tercümeleri bile,eski toplumun tarih aktarımlarını yine de yansıtmaktadır:
[Yukarda Gök’lerin adı yoktu
Aşağıda Yer’in adı yoktu
Yükseklik ve derinlik yoktu,
Hiçbir isim yoktu daha.
Toprak altında Abzu vardı yalnız,
İlk yaratıcı olan Tatlı Su ile
Bir de Tuzlu Su, Tiamat vardı.
Bir de döl yatağında dönen Mummu.
Birbirine karışıyordu tatlı su ile tuzlu su,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu,
İşte o vakit,
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu ve Tiamat’tan
Tanrılar yaratıldı.
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile Yeryüzü ufku Kişar’ı
Gök’ün ve Yer’in çizgilerini
Ufuklarda bulutları çamur’lardan ayırdılar. ]
***
[Enki,anası Nammu’ya yanıt verdi:
“Ey annem,senin ismini vereceğin (ad koyacağın) yaratık meydana çıksın,
Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy,
Dipsiz suyun(bataklığın) çamurunun özünü karıştır,
İyi ve prens gibi şekilleri çamurla sık,
Kol ve bacaklarını meydana getir,
(Yeryüzü ana tanrıçası) Ninmah,onun üzerine tanrıların suretini (görüntüsünü) koyacak,
O bir insan…” ]
Neredeyse burada kullanılan her temel kavramı daha önceki çalışmalarda ayrıntılarıyla ele almaya çalışmıştık.Bu yeni yaklaşım tarzı,bütün okurlarımıza,eski tarihi canlı bir şekilde anlama olanağı verecektir.Bu,eski tarihçiliğe,eski felsefeciliğe,eski toplumbilimciliğe tamamen karşıt,onların geçerliliğini büyük ölçüde ortadan kaldıran bir yeni bilimin kurulmasıdır da aynı zamanda.
Şimdi artık,Eski Ahit’in anlatımlarının,erken ‘yaratılış’ varyantlarından,hatta peşpeşe gelen iki farklı yaratılış versiyonunun,özetlenmesinden başka bir şey olmadığı açığa çıkarılmıştır.7 veya 8 farklı toplum birimin,birlikte gerçekleştirdiği ortak Tufan’lardan,ortak karşılıklı insan kurban törenlerine katılan her farklı toplum birim için ‘yaratılış’ farklı bir şekilde yaşanıyor ve öyle de yansıtılıyordu.Üstelik,Eski Ahit ve Kuran’lara,Akado-sammaru tarihi boyunca,farklı dönemlerde farklı şekillerde yaşanmış ‘yaratılışlar’ vardı.Bu nedenle,din kitaplarında ‘ol sözü’ ile, ‘akıl’ ile, ‘ateş’ ile,Su ile,toprak ile,yumurta ile vb. bir dizi yaratılış elemanından birbiriyle çelişir şekilde söz edilmiş ise, sadece bunları göstermek ‘din eleştirisi’ yapmış olmak anlamına gelmez.Gerçek din eleştirisi,ancak,o farklı yaratılış elemanlarının hangi eski dönemlerin ritüel araçları olduğunun anlaşılması ve biraz zaman geçmiş olmasına karşın,o sırada bilmeleri olanaksız olan Musa’ya,İsa’ya ve Muhammed’e,gerçek tarihi anlatarak,onların atalarının asıl davranış,cinsel ilişki ve yamyamlık türlerini tanıtmakla yerine getirilebilir.
Bu yöndeki çalışmaların başlangıç noktasını,farklı bir okuma tarzıyla Eski Ahit’in ‘yaratılış’ anlatımını ele almak oluşturur.Bu nedenle,E.Erdoğan gibi,Kuran Eski Ahit’e dayanıyor sınırlı ve asıl kaynağı tanımayan eleştiri metoduyla Kuran’a geçmeden önce ve geçebilmek için Musevi kayıtlarını derinlemesine tanımak gerekecektir.
Bu metinin birkaç yüzyıl önceki tercümelerini bulmak daha yararlı olacaktır ama,şimdi hayli düzenlenmiş yanlar taşısa da,yine de,bağrında,6000 yıl kadar önceki değerleri içermektedir:
Eski Ahit’te Yaratılış Anlatımı:
Başlangıçta Tanrı Gök’ü ve Yer’i yarattı.
Yer boştu, Yeryüzü şekilleri yoktu;
Engin, karanlıklarla kaplıydı.
Tanrı’nın Ruhu Su’ların üzerinde dalgalanıyordu.
Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve Işık oldu.
Tanrı Işık’ın iyi olduğunu gördü ve onu Karanlık’tan ayırdı.
Işık’a “Gündüz”, Karanlık’a “Gece” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, “Suların ortasında bir Kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu.
Ve öyle oldu. Tanrı Gökkubbeyi yarattı. Kubbe’nin Altındaki Su’ları Üstündeki Su’lardan ayırdı.
Kubbeye “Gök” adını verdi.
Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, “Göğün altındaki Su’lar bir yere toplansın, Kuru Toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.
Kuru alana ‘Kara’, toplanan sulara ‘Deniz’ adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu.
Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbe’de Gündüz’ü Gece’den ayıracak, Yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.”
Ve öyle oldu.
Tanrı, Büyük’ü Gündüz’e, Küçük’ü Gece’ye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
Yeryüzü’nü aydınlatmak, Gündüz’e ve Gece’ye egemen olmak; Işık’ı Karanlık’tan ayırmak için onları Gökkubbe’ye yerleştirdi.
Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, Yeryüzü’nün üzerinde, Gök’te kuşlar uçuşsun” diye buyurdu.
Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, Yeryüzü’nde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı.
Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. (Sürüngen: İbranice bu sözcük fare, böcek gibi öteki kara hayvanlarını da kapsıyor.)
Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
Tanrı, “İnsan’ı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi;
“Denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, Yeryüzü’nün tümüne egemen olsun.”
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.
Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, Gök’teki kuşlara, Yeryüzü’nde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
İşte Yeryüzü’nde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
Yabanıl hayvanlara, Gök’teki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.”
Ve öyle oldu.
Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü.
Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.
Gök ve Yer bütün öğeleriyle tamamlandı.
Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi (istirahat etti).
Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.
***
Göğün ve yerin Yaratılış öyküsü:
RAB Tanrı Gök’ü ve Yer’i Yarattığında,
Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RAB Tanrı henüz Yeryüzü’ne Yağmur göndermemişti.
Toprağı işleyecek insan da yoktu.
Yer’den yükselen buhar bütün toprakları suluyordu.
RAB Tanrı Adem’i Toprak’tan yarattı ve burnuna Yaşam Soluğunu üfledi. Böylece Adem Yaşayan Varlık oldu.
RAB Tanrı doğu’da, Aden’de bir Bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu.
Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu.
İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar.
Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur.
İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar.
Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar.
Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.
RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu.
Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu;
“Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”
Sonra, “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir Yardımcı Yaratacağım.”
RAB Tanrı Yer’deki hayvanların, Gök’teki kuşların tümünü Toprak’tan Yaratmıştı.
Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi.
Adem her birine ne ad verdi ise, o canlı o adla anıldı.
Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, Gök’te uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir Yardımcı bulunmadı.
RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.
Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem'e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın denilecek, Çünkü o adam’dan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.
Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
…
Din Kurumunun Toplumsal Kaynaklarının Bilimsel Analizi..
Toplumsal Tarihi Yeniden Tanımlayan Bir Çalışma...
‘Sümer ve Akad’ ilahilerinde ve dolayısıyla
Tevrat,İncil ve Kuran’da yer alan temel dinsel kavram ve anlatımların
“yeni bir okuma tarzı” ile ele alınması!
15.09.2008
Göbekli Tepe'de 12 Bin Yıllık Hayvan Totemler...
Göbekli
Tepe: En Büyük Arkeolojik Keşif...
Safa Kaçmaz
Samuel Noah Kramer tarafından, “Tarih Sümerle Başlar” şeklinde başlıkların atılmış olduğu kitapların bu iddiası artık sürdürülemez durumdadır. Özellikle Göbekli Tepe keşfiyle, gerçekten de “medeniyet tarihi”nin yeni bir yazım türü için gerekli alt yapı ortaya çıkmış durumda.
Gelgelelim “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı bir kitabı bitirmekte olduğunu ilan eden (bkz. Muazzez İlmiye Çığ,Sumerlilerde Tufan,Tufan’da Türkler, sayfa. 9)
Muazzez Hanım ve benzeri görüşte olanlar için, Göbekli Tepe’de keşfedilen ve Mezopotamya uygarlık düzeyini İ.Ö 10.000’li yıllara kadar geri götüren bir olayı yorumlamak oldukça zor olacaktır. Zaten böylesine önemli bir keşif ortada dururken, Muazzez hanımın Göbekli Tepe’deki keşfi yok sayan iddialar üzerine kurulu “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı kitap hazırlama bildirileri, durumun ne olacağı hakkında fikir veriyor.
Aşağıda,"Arkeoloji Ve Sanat Yayınları"ndan çıkmış olan "Klaus Schmidt.Göbekli Tepe/En Eski Tapınağı Yapanlar" başlıklı kitaptan bazı alıntı/bölümler bulunmaktadır.
Biz, Göbekli Tepe'yi "tanıma ve tanıtma" konusundaki çabalarımızı sürdüreceğiz ve daha sonra K. Schmidt’in Göbekli Tepe kazılarından elde edilen bulgulara ilişkin yorumlarına ve değerlendirmelerine dönme fırsatı yaratacağız.
Fakat şimdiden şunları söylemekte pek sakınca yok: Göbekli Tepe'ye ilişkin olarak, “İlk tapınak”, “avcı- toplayıcı topluluk” gibi doğruluğu çok şüpheli erken genel yargılar bir yana, Göbekli Tepe’ye ilişkin olarak Bay K. Schmidt’in değerlendirmelerinde, eski toplumların hayvan totemler ve bunların dinsel inançtaki yerleri vb. pek hatta hiç, göz önünde tutulmamaktadır.
Oysa, domuzdan eşeğe, aslandan tavşana, turnadan ceylana kadar burada resmedilmiş hayvanlar, toplum bilim alanında çalışan bir uzmana , “hayvanat bahçesine girme hissi” değil, verse verse, eski toplumun örgütsel yapılanmasındaki o yüksek bilgeliği ve zenginliği anlatabilmeliydi....
İlk bakışta dört ayaklı bir sürüngeni andıran bu kabartmanın, bir leopar betimi olması da olasıdır. Kabartma, Dikili taş 6’ya ait T başın arka yüzünde yer almaktadır.
Bunun altındaki gövde yüzeyinde kıvrılan bir yılan seçilebilmekte.
Dikili taş 33’ün sağ yüzü neredeyse tümüyle ördek türü kuşlar, turnalar doksan derece döndürülmüş H işaretleri ve yılan kabartmaları ile doldurulmuştur. Ama aynı zamanda bu resim, sık sık karşılaştığımız sorunu da göstermekte: Dikili taşın etrafında tam olarak dolaşılmasını kısmen engelleyen yandaki duvarlar öylesi bir dikey açıya neden olmaktadır ki, kabartmalar fotoğraflarda ön plana çıkmaktadır. Bu optik dezavantaj, kabartmalar düz çalışılmış olduğunda kendisini belirgin bir biçimde göstermektedir.
Dikili taş 1’in ön yüzünde şeritler arasında çok sayıda yılan kabartması görülmekte. İlginç olanı ise, yukarı doğru kıvrılarak ilerleyen yılanın sadece Dikili taş 1’de tespit edilmiş olmasıdır. Dikili taşın yüksekliği 3,15 m’yi bulmaktadır.
Safa Kaçmaz
Samuel Noah Kramer tarafından, “Tarih Sümerle Başlar” şeklinde başlıkların atılmış olduğu kitapların bu iddiası artık sürdürülemez durumdadır. Özellikle Göbekli Tepe keşfiyle, gerçekten de “medeniyet tarihi”nin yeni bir yazım türü için gerekli alt yapı ortaya çıkmış durumda.
Gelgelelim “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı bir kitabı bitirmekte olduğunu ilan eden (bkz. Muazzez İlmiye Çığ,Sumerlilerde Tufan,Tufan’da Türkler, sayfa. 9)
Muazzez Hanım ve benzeri görüşte olanlar için, Göbekli Tepe’de keşfedilen ve Mezopotamya uygarlık düzeyini İ.Ö 10.000’li yıllara kadar geri götüren bir olayı yorumlamak oldukça zor olacaktır. Zaten böylesine önemli bir keşif ortada dururken, Muazzez hanımın Göbekli Tepe’deki keşfi yok sayan iddialar üzerine kurulu “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı kitap hazırlama bildirileri, durumun ne olacağı hakkında fikir veriyor.
Aşağıda,"Arkeoloji Ve Sanat Yayınları"ndan çıkmış olan "Klaus Schmidt.Göbekli Tepe/En Eski Tapınağı Yapanlar" başlıklı kitaptan bazı alıntı/bölümler bulunmaktadır.
Biz, Göbekli Tepe'yi "tanıma ve tanıtma" konusundaki çabalarımızı sürdüreceğiz ve daha sonra K. Schmidt’in Göbekli Tepe kazılarından elde edilen bulgulara ilişkin yorumlarına ve değerlendirmelerine dönme fırsatı yaratacağız.
Fakat şimdiden şunları söylemekte pek sakınca yok: Göbekli Tepe'ye ilişkin olarak, “İlk tapınak”, “avcı- toplayıcı topluluk” gibi doğruluğu çok şüpheli erken genel yargılar bir yana, Göbekli Tepe’ye ilişkin olarak Bay K. Schmidt’in değerlendirmelerinde, eski toplumların hayvan totemler ve bunların dinsel inançtaki yerleri vb. pek hatta hiç, göz önünde tutulmamaktadır.
Oysa, domuzdan eşeğe, aslandan tavşana, turnadan ceylana kadar burada resmedilmiş hayvanlar, toplum bilim alanında çalışan bir uzmana , “hayvanat bahçesine girme hissi” değil, verse verse, eski toplumun örgütsel yapılanmasındaki o yüksek bilgeliği ve zenginliği anlatabilmeliydi....
toplumvetarih.blogcu.com
Resim 32:
Göbekli Tepe platosunda Taş Çağı'na ait taş ocağı işliğinde karakteristik olan,megalitik (büyük taşlar) çalışma parçalarının çıkarılmasında kullanılan U biçimli atık taş kanalları. Buradaki örnekte, oval nesne üzerinde çalışmanın tam olarak bitirilmediği görülmekte.
Resim 33:
7 m uzunluğunda,3 m
genişliğindeki T başlı dikili taş, kuzey platosundaki taş ocağında öylece terk
edilmiş.
Göbekli Tepe platosunda Taş Çağı'na ait taş ocağı işliğinde karakteristik olan,megalitik (büyük taşlar) çalışma parçalarının çıkarılmasında kullanılan U biçimli atık taş kanalları. Buradaki örnekte, oval nesne üzerinde çalışmanın tam olarak bitirilmediği görülmekte.
Resim 33:
7 m uzunluğunda,
***
Kutsal
alanın çok yakınlarında bulunan doğal taş kaynakları, (T) daha doğrusu
muhtemelen, erken Hristiyan sembolü olarak (+) (ittifak) olarak yerleştirilen
taşların bu bölgeden alınmış olduğuna şüphe bırakmıyor.
Eskiden olsa, "Mısır Piramitleri"ni inşa ettirmek için bile derhal “uzay”dan Apollo füze araçlarıyla taş falan getirten kalpazan “bilim adamları” çıkabilirdi belki... ama artık bu tür basit yalanlar veya “Allah” başvurularının pek kıymeti yok... Olan, gözlerimizin önünde gelişmiş bir uygarlıktır.
Eskiden olsa, "Mısır Piramitleri"ni inşa ettirmek için bile derhal “uzay”dan Apollo füze araçlarıyla taş falan getirten kalpazan “bilim adamları” çıkabilirdi belki... ama artık bu tür basit yalanlar veya “Allah” başvurularının pek kıymeti yok... Olan, gözlerimizin önünde gelişmiş bir uygarlıktır.
Resim 36:
Göbekli Tepe’nin güneybatı platosunda yer alan kaya tapınağı olarak adlandırılan yer, ana kaya yüzeyindeki derinleştirilmiş oval yüzeyler, ortadaki iki yükselti ve bunu çevreleyen sekiden oluşmaktadır.
Günümüzdeki dikili taşlı yuvarlak yapıların tipik olarak iki dikili taş altlığının var olduğunu göz önüne getirdiğimizde, “kaya tapınağı” da E Yapısı olarak adlandırılmıştır.
Göbekli Tepe’nin güneybatı platosunda yer alan kaya tapınağı olarak adlandırılan yer, ana kaya yüzeyindeki derinleştirilmiş oval yüzeyler, ortadaki iki yükselti ve bunu çevreleyen sekiden oluşmaktadır.
Günümüzdeki dikili taşlı yuvarlak yapıların tipik olarak iki dikili taş altlığının var olduğunu göz önüne getirdiğimizde, “kaya tapınağı” da E Yapısı olarak adlandırılmıştır.
Resim 34:
Yaka biçimli köşeleri olan, bütün halde ele geçmiş, görkemli taş levha, B Yapısı’nın yıkıntıları arasında ele geçirildi. İki kat daha büyük ama iyi korunamamış benzeri diğer bir örnek ise güney platosunda tespit edilmiştir.
Resim 35:
Tepenin batı kenarındaki işlik buluntusu; kireç taşı levhalar, mimari parça ve heykel olarak çalışılmış. Soldan sağa doğru bitirilmemiş, kırılmış kapı giriş taşı, resimli sütun ve bitirilmemiş diğer heykeller görülmekte.
Yaka biçimli köşeleri olan, bütün halde ele geçmiş, görkemli taş levha, B Yapısı’nın yıkıntıları arasında ele geçirildi. İki kat daha büyük ama iyi korunamamış benzeri diğer bir örnek ise güney platosunda tespit edilmiştir.
Resim 35:
Tepenin batı kenarındaki işlik buluntusu; kireç taşı levhalar, mimari parça ve heykel olarak çalışılmış. Soldan sağa doğru bitirilmemiş, kırılmış kapı giriş taşı, resimli sütun ve bitirilmemiş diğer heykeller görülmekte.
Resim 59:
C Yapısı’ndaki Dikili taş 12’nin sağ yüzeyinin tümü kabartmalarla doludur. Dikili taşın başında ise büyük olasılıkla, parmaklık desenli bir ağın önünde duran kuşlar betimlenmiştir; onun altında ise erkek yaban domuzu ve bir tilki görülmekte.Tilki kabartması, daha sonra buraya eklenen seki kabartmanın büyük bölümünü kapattığı için sadece boyun kısmına kadar açığa çıkartılmıştır.
C Yapısı’ndaki Dikili taş 12’nin sağ yüzeyinin tümü kabartmalarla doludur. Dikili taşın başında ise büyük olasılıkla, parmaklık desenli bir ağın önünde duran kuşlar betimlenmiştir; onun altında ise erkek yaban domuzu ve bir tilki görülmekte.Tilki kabartması, daha sonra buraya eklenen seki kabartmanın büyük bölümünü kapattığı için sadece boyun kısmına kadar açığa çıkartılmıştır.
Resim 51:
Dikili taş 9’da doğal büyüklükte bir tilki kabartması görülmekte. Tilkinin önündeki terrazzo tabana, kurban kabı olarak adlandırılan bir taş kap yerleştirilmiştir.
Dikili taş 9’da doğal büyüklükte bir tilki kabartması görülmekte. Tilkinin önündeki terrazzo tabana, kurban kabı olarak adlandırılan bir taş kap yerleştirilmiştir.
Resim
46:
Dikili taş 2’nin gövdesinde yukarıdan aşağıya doğru boğa, tilki ve turna kabartmaları sıralanmakta. Arka yüzdeki bukranion-gövdenin tümünün sadece profil olarak, başın ise iki tarafındaki boynuz ve kulaklarla gösterilmesi-yani bir boğa kafatası betimi bu remide görülememekte. Dikili taşın yüksekliği, etrafındaki seki levhalarından itibaren 3,15 m’yi bulmaktadır.
Dikili taş 2’nin gövdesinde yukarıdan aşağıya doğru boğa, tilki ve turna kabartmaları sıralanmakta. Arka yüzdeki bukranion-gövdenin tümünün sadece profil olarak, başın ise iki tarafındaki boynuz ve kulaklarla gösterilmesi-yani bir boğa kafatası betimi bu remide görülememekte. Dikili taşın yüksekliği, etrafındaki seki levhalarından itibaren 3,15 m’yi bulmaktadır.
Resim
46:
Dikili taş 2’nin gövdesinde yukarıdan aşağıya doğru boğa, tilki ve turna kabartmaları sıralanmakta. Arka yüzdeki bukranion-gövdenin tümünün sadece profil olarak, başın ise iki tarafındaki boynuz ve kulaklarla gösterilmesi-yani bir boğa kafatası betimi bu remide görülememekte. Dikili taşın yüksekliği, etrafındaki seki levhalarından itibaren 3,15 m’yi bulmaktadır.
Dikili taş 2’nin gövdesinde yukarıdan aşağıya doğru boğa, tilki ve turna kabartmaları sıralanmakta. Arka yüzdeki bukranion-gövdenin tümünün sadece profil olarak, başın ise iki tarafındaki boynuz ve kulaklarla gösterilmesi-yani bir boğa kafatası betimi bu remide görülememekte. Dikili taşın yüksekliği, etrafındaki seki levhalarından itibaren 3,15 m’yi bulmaktadır.
Yılanlardan
meydana gelen ağ, onun hemen altında ise dört ayaklı bir hayvan,
büyük olasılıkla birkaç kabartması görülmekte.
"Daire"
mi?
Resim 23: Şimdiye kadar sadece Göbekli Tepe’den bilinen kireç taşından yapılma büyük halka. İşlevinin ne olduğu hala bilinmemektedir.
Resim 23: Şimdiye kadar sadece Göbekli Tepe’den bilinen kireç taşından yapılma büyük halka. İşlevinin ne olduğu hala bilinmemektedir.
Resim 54:
İlk bakışta dört ayaklı bir sürüngeni andıran bu kabartmanın, bir leopar betimi olması da olasıdır. Kabartma, Dikili taş 6’ya ait T başın arka yüzünde yer almaktadır.
Bunun altındaki gövde yüzeyinde kıvrılan bir yılan seçilebilmekte.
Resim 28:
Doğaldan daha büyük olan kireç taşından yapılma baş, Nevali Çori’deki “totem
direği” benzeri bir kompozisyon betiminin bir parçası olabilir(yüksekliği 23 cm ).
Resim 45:
Yılanlardan meydana gelen ağ, onun hemen altında ise dört ayaklı bir hayvan,
büyük olasılıkla birkaç kabartması görülmekte.
Yılanlardan meydana gelen ağ, onun hemen altında ise dört ayaklı bir hayvan,
büyük olasılıkla birkaç kabartması görülmekte.
Resim 84:
Dikili taş 21’in gövde yüzeyinde ceylan ve yabani eşek kabartması görülmekte.
Dikili taş 21’in gövde yüzeyinde ceylan ve yabani eşek kabartması görülmekte.
Resim 87:
Dikili taş 38’in gövde yüzeyinin sağında bir tilki, bir erkek yaban domuzu ve üç tane kuş kabartması görülmektedir. Resim, dikili taşın açığa çıkarılmasından hemen sonra çekilmiş olması nedeniyle, alt bölümdeki taban nemi belli olmakta.
Dikili taş 38’in gövde yüzeyinin sağında bir tilki, bir erkek yaban domuzu ve üç tane kuş kabartması görülmektedir. Resim, dikili taşın açığa çıkarılmasından hemen sonra çekilmiş olması nedeniyle, alt bölümdeki taban nemi belli olmakta.
Resim 88:
Dikili taş 33’ün sağ yüzü neredeyse tümüyle ördek türü kuşlar, turnalar doksan derece döndürülmüş H işaretleri ve yılan kabartmaları ile doldurulmuştur. Ama aynı zamanda bu resim, sık sık karşılaştığımız sorunu da göstermekte: Dikili taşın etrafında tam olarak dolaşılmasını kısmen engelleyen yandaki duvarlar öylesi bir dikey açıya neden olmaktadır ki, kabartmalar fotoğraflarda ön plana çıkmaktadır. Bu optik dezavantaj, kabartmalar düz çalışılmış olduğunda kendisini belirgin bir biçimde göstermektedir.
Resim 44:
Dikili taş 1’in ön yüzünde şeritler arasında çok sayıda yılan kabartması görülmekte. İlginç olanı ise, yukarı doğru kıvrılarak ilerleyen yılanın sadece Dikili taş 1’de tespit edilmiş olmasıdır. Dikili taşın yüksekliği 3,15 m’yi bulmaktadır.
Resim 92:
Dikili taş 33’ün ön yüzünden bir ayrıntı; birbirine benzeyen böcek ya da
örümceği çağrıştıran kabartma görülmekte.Yukarıdaki altı, aşağıdaki ise sekiz
ayağa sahip.
Resim 91:
Körtik Tepe’de üzerinde çok sayıda kazı bezek olan taş kaplar bulunmuştur.
Bir parça üzerinde yılan ve akrepler bulunmakta.
Körtik Tepe’de üzerinde çok sayıda kazı bezek olan taş kaplar bulunmuştur.
Bir parça üzerinde yılan ve akrepler bulunmakta.
Aslan
kabartması...
Kazma şekli
mi?
Tarımcı
topluluğu sembolize eden "Kazma" veya "Cahil İnsan"
motifleri, Enki'nin "Kazma'yı yaratması" gibi bir dizi anlatım, bu
ihtimali düşünmeyi gerektiriyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)